ust_banner

sol_blok

ANA SAYFA
 
KURAN-I KERİM

HADİSLER
İNCELEME - ARAŞTIRMA
GÜNDEM YAZILAR
BAŞKA HAKİKATLER
MİFTAHU'L-CENNEH
(Cennetin Anahtarı)
<< Tamamını Oku >>
 
EKÜMENİK KUTSAL KİTAP
<< Tamamını Oku >>

Apokrif Kitaplar

Kitab-ı Mukaddes
 
Linkler
İletişim

"(Resûlüm) de ki:
Ey Ehl-i Kitap!
(Yahudi ve Hıristiyanlar!) Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse, işte o zaman; 'Şahit olunuz ki, biz Müslümanlarız' deyiniz." (Âl-i İmran S., 64)

DİNLERARASI DİYALOG ve DOSTLUK
Selim Sönmez

Savaşların, maddî ve manevî anarşi selinin azgın dalgalarıyla boğuşan insanlık, bir can simidi arayışındadır. Bu kurtarıcı ise, asırlardır her dinden ve ırktan insanı potasında eritebilen İslâm'ın hoşgörü ve diyalog anlayışından başka bir şey olmasa gerek. Fakat, ne yazık ki, müslümanların bile bu kıymetli hazinenin tam olarak farkında olduğu söylenemez. Bu sebeple; günümüz müslüman'ı, çevresini kuşatan her din ve ırktan fert ve topluluklara karşı nasıl bir tavır takınacağını bilmemenin şaşkınlığı içerisinde bocalamaktadır. Bu şaşkınlık ve bocalama, ölçüsüzlüğü netice vermekte; laiklik perdesi altında dinsizliği, demokrasi perdesi altında diktatörlüğü ön plana çıkaran; diyalogdan uzak ve hoşgörüsüz tavırlarıyla dikkatleri çektikleri halde, müslüman kesimden sonsuz bir hoşgörü ve anlayış bekleyen; dinde lâkayt, muhakeme-i akliyeden mahrum şahıslara karşı ya ifrat ya da tefriti doğurmaktadır.

İslâmiyet'in bir istikamet, adalet, hak, hukuk, orta yol dini olduğu nazara alınacak olursa, elbette onun her kim olursa olsun herkese belli prensipler çerçevesinde diyalog, dostluk, muhabbet ve hoşgörü elini uzatıyor olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır. İşte aşağıda gelecek olan bölümlerde İslâm'ın dünya toplumlarında yaşayan her kesimden insanlara diyalog ve hoşgörüsünün çerçevesi çizilmeye çalışılacaktır.

Kur'ân'ın Ehl-i Kitaba Ayrıcalıklı Yaklaşımı

Kur'ân-ı Kerim'de, Mu'cemü'l-Müfehres 'ten tesbit edebildiğimiz kadarıyla yirmi dört âyet-i kerimede ehl-i kitaba hitap vardır. Bir âyette “ehl-i İncil” tabiri, birçok âyette de “Yahudi ve Nasara” isimleri zikredilmektedir. Bu hitaplardan; Allah'ı tümden inkâr eden ateistler ile, Allah'a inanıp sıfatlarında hataya düşen ehl-i kitap arasında bir ayırım olduğu göze çarpmaktadır. Kur'ân-ı Kerim'de ehl-i kitaba ayrıca hitap edilmesi ise, hakkı bilip de gizledikleri, bir gün bu hakkı kabul etme ihtimalleri bulunduğundan dolayı olabilir. Bu sebeple, onlarla ilgili âyetlerde “ikaz” noktasının ağırlık kazandığını görüyoruz. “Ey ehl-i kitap! Niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?” [1] “Ey ehl-i kitap! Niçin hakkı bâtıl ile karıştırıyorsunuz? Bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz?” [2] gibi âyetlerde, onların uyarıldıkları görülmektedir. Dikkat edilirse, en son zikrettiğimiz âyet-i kerime mealinde; “bildiğiniz halde” tabiri geçmektedir. Gerçekten de, ‘ehl-i kitap' hitabına mazhar olan hıristiyanlar ve yahudiler, Tevrat ve İncil'de âhirzaman peygamberinin geleceğine dair müjdeleri bilmekte, ama o geldikten sonra çeşitli sebeplerden dolayı inkâr yoluna sapmaktaydılar. Tevrat ve İncil'in bu kadar tahrif edilmesine rağmen, Hüseyin-i Cisrî gibi bir alimin “Risale-i Hamidiye” sinde yüz on dört işareti o semavi kitaplardan çıkarması [3] , bu “bildiğiniz halde” tabirinin halen geçerli olduğunu göstermektedir. Bundan da anlaşılmaktadır ki, müşrikler ve ateistler ile ehl-i kitap arasında bir farklılık bu bakımdan söz konusudur. Nitekim, -onların bu bilgilerine istinaden- Kur'ân-ı Kerim onları, doğru olan inanca gelmeye çağırmakta ve şöyle seslenmektedir: “Eğer ehl-i kitap iman etseydi onlar için daha hayırlı olurdu.” [4]

Bu temenniden sonra bir başka âyet-i kerimede de nasıl iman etmeleri gerektiği dile getirilmektedir: “Ey ehl-i kitap! Sizin ile bizim aramızda eşit olan kelimeye gelin: Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim, Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayalım. Allah'ın dışında birbirimizi Rab edinmeyelim.” [5]

Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi şöyledir:

Rivâyete göre; yahudiler, Hazret-i Peygamber'e gelerek, “Hıristiyanların İsa'yı(a.s.) Rab edinmeleri gibi biz de seni Rab edinmek istiyoruz,” dediler. hıristiyanlar da Peygamber'e(a.s.m.) gelerek “Yahudiler, Üzeyir'e(a.s.) ne diyorlarsa biz de sana öyle diyelim,” teklifinde bulunmuşlardır. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur.

Peki, niçin ehl-i kitap tabiri kullanılmıştır? Razi 'ye göre, bu tabir; muhatabı yüceltmek, kalbini hoş etmek, okşamak içindir. Burada “gelin” mânâsındaki “teâlev” kelimesi; “aşağı yerden yukarıya gelin,” demektir.

Âyette geçen “eşit” mânâsındaki “sevâun” kelimesi de; “adl ve insaf,” demektir. Buna göre âyetten, “Sizinle aramızdaki insaflı kelimeye gelin,” anlamını çıkarmak mümkündür. İnsaflı olmak ise, haklıya hakkını vermektir. Zeccac 'a göre bu, “istikametli olan kelimeye gelin,” demektir.

Cenab-ı Allah, gelinmesi gereken kelimenin ne olması gerektiği şeklinde mukadder bir suale üç hususla cevap vermektedir: 1-Ancak Allah'a ibadet etmek. 2-Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak. 3-Allah'ın dışında birbirlerini Rab edinmemek. Esasen bu üç unsurun zikredilmesi, öncelikle, birinci derecede hıristiyanların muhatap alındığını göstermektedir. Ki, Razi de bu konuya temas etmektedir. Çünkü hıristiyanlar, bu üç hususun mânâ-yı muhalifini benimsemektedirler. Bir defa onlar, Allah'tan başkasına, yani Mesih 'e ibadet ediyorlar. Teslis akidesini kabul ederek Allah'a şirk koşuyorlar (Allah üçtür: Baba, Oğul ve Ruhu'l-Kudüs, diyorlar.) Ruhbanlarını ve ahbar denilen din alimlerini de Rab ediniyorlar. Meselâ günah hususunda ruhbanlara inanıyorlar. [6]

Kur'ân-ı Kerim'in ehl-i kitaba farklı bir şekilde hitap ederek onların kalplerini okşaması, batıl itikatlarından vazgeçmeye çağırması, vicdanlarda ma'kes bulmuştur. Bilhassa da hıristiyanlardan binlerce kişi İslâmiyet'i seçmiştir, halen de seçmeye devam etmektedir.

Ehl-i Kitapla Dost Olmak

Kur'ân-ı Kerim'in, bir taraftan ehl-i kitabın kalbini İslâm'a karşı yumuşatıcı bir üslup kullanırken diğer taraftan, müminleri, ehl-i kitapla dost olmaktan sakındırması bir tezat gibi gözükmektedir. Ve günümüzde birçok kimse tarafından bu âyet yanlış anlaşılmakta, bu yanlış anlama ise, hatalı hükümlerin verilmesine sebep olmaktadır.

Yahudi ve hıristiyanlarla dost olmanın yasak olduğunu ifade eden âyette; “Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyiniz,” [7] buyurulmaktadır. Elmalılı 'nın buradaki yasaklanmayı izahı şu şekildedir: “Yardaklık etmeyiniz, tuzaklarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz.” [8] Aynı zat'ın tefsirinde; “Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez,” [9] âyetine dayanılarak, onları dost edinmemenin onlara iyilik etmeyi engellemediğine dikkat çekilmektedir. [10]

Bu izahlardan onlarla diyalog ve müsamahanın bir ölçüsü karşımıza çıkmaktadır. O da, onlara yardaklık edecek kadar bir gevşeme ve iltifattan uzak durma, ama onlara iyilik edebilme ölçüsüdür.

Peygamberimiz'in(a.s.m.) yahudi ve hıristiyanlara karşı muamelesine baktığımızda; onlara iyilik yapmaktan hiçbir zaman geri durmadığını görmekteyiz:

Bir defasında; Peygamberimiz(a.s.m.) yahudilerden birinin hastalanan oğlunu ziyarete gitmiş, çocuğun hal ve hatırını sorduktan sonra onu Müslümanlığa davet etmiş; çocuk, babasının yüzüne bakmıştı. Yahudi, oğluna; “Peygamber ne diyorsa onu yap” demiş, çocuk da müslüman olmuştu.

Bir defasında da; yahudilerden birinin cenazesi geçiyorken Resul-i Ekrem ayağa kalkmıştı. [11] Bir rivayette; "Ben melekler için, yani cenaze ile birlikte olan melekler için ayağa kalktım," denmiştir. [12]

Yahudiler, Resul-i Ekrem'e(a.s.m.), “Selamün aleyküm” yerine, “kahrolasınız” demek olan, “Sâmün aleyküm,” derlerdi. Bir defa Hazret-i Aişe(r.a.) Yahudilerin bu hareketinden müteessir olarak onlara mukabelede bulunmuş, Hazret-i Peygamber(a.s.m.) Aişe'yi(r.a.) teskin etmiş, ona; “Geniş ol. Çünkü Cenab-ı Hak, geniş olmayı sever,” buyurmuştu. [13]

Necran 'dan gelen hıristiyan heyet, Resul-i Ekrem(a.s.m.) tarafından kabul olunduğu zaman Resul-i Ekrem(a.s.m.) bunları mescidde misafir etmiş, hatta onların mescidde ayinlerini yapmalarına da müsaade etmişti. Müslümanlar, buna itiraz ettikleri zaman Resul-i Ekrem(a.s.m.) onları susturmuştur. [14]

Bütün bunlar, ehl-i kitaba barış zamanlarında iyilikte bulunmanın müminlerin görevleri arasında olduğunu göstermektedir. Özellikle de, hıristiyanların ülkelerinde çalışmak zorunda kalan müslümanların hatırı sayılır bir ekseriyeti teşkil ettiği ve ekonomik, askerî bakımlardan yardımlaşmanın zarurî olduğu bir devrede, bu âyet-i kerimenin gerçek mânâsına ne kadar muhtaç olduğumuz ortaya çıkmaktadır.

Said Nursî de, bu hususta Hazret-i Peygamber ve Kur'ân'dan aldığı dersle bize aynı güzel ölçüleri sunmaktadır. Münazarat isimli eserinde, Hıristiyanlık dinine mensup olan Ermenilere düşman olmaya “istibdadın sebep olduğuna” işaret etmiştir. Çünkü, siyasi istibdat; “İnsanlar, kendi idarecilerinin yolundadır,” [15] hadisinin sırrıyla, herkesin damarlarına işlemiştir. Değişik isimler ve görüntüler altında, toplumun her kesiminde kendi etkisini göstermiştir. İstibdat hakkın değil, kuvvetin esas alındığı; kılıcı keskin, kalbi katı olanın sözünün geçtiği bir anlayış olduğu için düşmanlıkları körüklemiştir. [16] İşte, Said Nursi de, değişik ırklardan müteşekkil bir milletin saadet ve selametinin dostluktan geçtiğini belirterek, bunun ölçüsünü de; “Fakat mütezellilane(alçalarak) dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhafaza ederek, müsafaha elini uzatmaktır,” şeklinde koymaktadır. [17]

Said Nursî, bu gibi birçok izahtan sonra; “Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyiniz,” âyetini, hem Kur'ân'ın hükmüne uygun, hem de Hazret-i Peygamber'in(a.s.m.) tatbikatına muvafık bir şekilde şöyle açıklığa kavuşturur:

“Demek bu nehiy, Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir. Hem de bir adam zatı için sevilmez; belki muhabbet sıfat veya sanatı içindir. Öyleyse her bir müslümanın her bir sıfatı müslüman olması lazım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh, müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin(eşin) olsa elbette seveceksin.” [18]

Burada Said Nursî , dostluk ve düşmanlık kavramlarına yeni anlamlar kazandırarak, ehl-i kitaba karşı nasıl davranılacağını tespit etmektedir. Buna göre, ehl-i kitapla “din” dostluğu değil, “sıfat ve sanat” dostluğu, âyetin nehyinin şümulüne girmemektedir. Elbette bir ehl-i kitabın dinine muhabbet duymak, imanın zaafiyetini gösterir. Ama onların meselâ “doğruluk” gibi sıfatlarına sevgi beslenebilir, teknolojileri hoş karşılanabilir, işbirliğine gidilerek istifade edilebilir. Bunlar, Kur'ân'ın kastettiği “dostluk” kavramının içine girmemektedir. Nitekim ehl-i kitap hanımlarla evlenmenin caiz olması, müslüman erkeklerin o hanımların kadınlığa mahsus şefkatlerini ve insanî yönlerini, güzelliklerini ve mallarını sevmenin caiz olduğu hükmünü ortaya çıkarmaktadır.

Said Nursî; “Delil, katiü'l-metin olduğu gibi katiü'd-delalet olmak gerektir,” diyerek, yahudiler ve hıristiyanlarla diyalog ve dostluk kurmanın yasak olduğuna dair delilin Kur'an'ın ayetleri gibi sağlam bir metne dayandırılmasının da yeterli olmadığına dikkat çekmiştir. Evet, metin kati ve sağlamdır, fakat kastedilen anlama delaleti sağlam mıdır? Ayet metninin kesin olduğu apaçıktır fakat hangi anlama delil olmaktadır? İşte bu ayet, zamanın tefsirine göre yoruma ve tevile açıktır; çünki hangi şartlarda ve hangi açıdan yahudi ve hıristiyanlarla dostluk yapılmaması gerektiği belirtilmemiş, mutlak bırakılmıştır. Hüküm “mutlak” olduğu için de ayetin belli şartlar altında yorumlanması mümkün olmaktadır. Hem de, eğer bir kelime başka bir kelimeden türemişse ve hüküm onun üzerine bina ediliyorsa, hükmün sebebi de türetilen kelimeye bağlıdır. Yahudi ve nasara kelimeleri, Yahudilik ve Nasraniyetten türemiş kelimelerdir. Yahudiler ve nasraniler ile dostluk etmeye yasak konmuşsa, bunun sebebi Yahudilik ve Nasraniliğin muhtevasında yer alan ve tevhide uymayan inançlar, İslam ahlakına aykırı davranışlar olacaktır. [19] Bir başka ifadeyle; muhabbeti yasaklanan Yahudi veya Hıristiyanlığa mensup şahıs ve diğer özellikleri değil, onun Yahudiliğe ve Hırıstiyanlığa ait inanç ve davranışlarıdır.

Said Nursî , zamanın bu âyet-i kerimeyi nasıl tefsir ettiğini de açıklık kazandırmaktadır. Ona göre, Asr-ı Saadette büyük bir dinî inkılap meydana gelmiştir. Bu inkılap, bütün zihinleri din noktasına çevirdiğinden, sahabiler bütün sevgi ve düşmanlığı o noktada toplayarak sevgi veya düşmanlık beslerlerdi. Bundan dolayı gayr-i müslimlere muhabbetten “nifak” kokusu geliyordu.

Bu zamanda ise, acib bir dünyevî ve medenî inkılap vücuda gelmiştir. Bütün zihinleri zapteden ve bütün akılları meşgul eden medeniyet, terakki ve dünya noktasıdır. Onların ekserisi dinlerine o kadar da bağlı değillerdir. Bu sebeple, onlara dost olmak, medeniyet ve terakkilerini güzel görüp almaktır ve her dünya saadetinin esası olan asayişi muhafazadır. Said Nursî'ye göre bu çerçevede bir dostluk katiyyen nehy-i Kur'âni'de dahil değildir. [20]

Bediüzzaman 'ın, asrın idrakine uygun bu isabetli tefsiri, günümüz müslümanlarını büyük bir sıkıntıdan kurtarmaktadır. O, teknolojinin dinsizlikle veya din dostluğu ile bir alâkası olmayacağı gerçeğinin altını çizerken, bunu da bir âyete dayandırmaktadır.

İşte Kur'ân'dan çıkan bu prensipler, müslümanların ehl-i kitaba karşı diyaloğa açık ve hoşgörülü olmasının çerçevesini de çizmektedir. Kaldı ki, Bediüzzaman , dinsizliğin, zındıkanın yaygınlaştığı bir zamanda hıristiyanların dindar ruhanîleri ile dinsizliğe karşı “ittifak” edilmesini de zarurî görmekte, bunu da bir hadis-i şerife [21] dayandırarak söylemektedir. [22]

İki farklı Avrupa ve “Müslüman İsevîler”

Said Nursi 'ye göre; Avrupa'yı iki yüzüyle görüp, değerlendirmek gerekmektedir. 1933-1934'lü yıllarda yazdığı gibi; “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat-ı ictimaiye-i beşeriyeye nâfi sanatları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden birinci Avrupa” ile; “felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehâsin zannederek, beşeri sefahate ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa” [23] olmak üzere iki ayrı Avrupa'dan söz etmek mümkündür. Bediüzzaman , her ne kadar Avrupa medeniyetinin seyyie kefesinin hayır kefesine ağır bastığını söylese de, onu tümüyle reddetme yolunu tercih etmemiştir. Çünkü ona göre, medeniyette görülen “mehasin” ve “terakkiyat-ı sanayi” [24] gibi gelişmeler, mukaddes olan her şeyi inkar eden ateist felsefenin bir ürünü değildir. Belki insanlığın ulaşmış olduğu bu yüksek seviyeler, başta Kur'ân olmak üzere bütün semavi kitapların yol göstermeleriyle kazanılmıştır.

Medeniyetin güzelliklerini ve menfaatlerini, İseviliğin aslından almış olan birinci Avrupa, -insanlığa pek çok iyilikler getirmesine rağmen- insanlığa ciddi anlamda çok büyük zararlar getiren ikinci Avrupa'nın menfi niteliklerine mağlup olmuştur. Bu ikinci “menfi akım,” hem müslümanları, hem de hıristiyanları, manevî ve moral değerlerin kaynağından yabancılaştırmakla birlikte, her iki dinin mensupları arasında husumetin oluşumunu da güçlendirmiştir. Kainatın yaratılışını ve değişimini tabiata dayandıran, insan merkezli Yunan-Roma felsefesinin prensipleri üzerinde yükselen bu ikinci Avrupa, olumsuz fikir akımlarıyla nefisperestliğe ve tabiatperestliğe meydan açarak beşeri dalâlete sürüklemiştir. Ayrıca, gelir dağılımındaki eşitsizliklere [25] dayanan pazar politikaları ve cazibedar eğlenceleriyle de insanlığın sefahatine kapı açmıştır.

Said Nursî; “Ey Ehl-i Kitap! Sizinle bizim aramızda bir ortak kelimeye gelin” [26] mealindeki âyeti tefsir ederken, bu asrın ehl-i kitap insanlarının, Kur'ân'ın; “ey ehl-i kitap” hitabına, diğer asırlardan çok daha fazla muhtaç olduklarının altını çizmektedir. Ona göre; “ehl-i kitap” lafzı “ehl-i mektep” manasını da içine almaktadır. Okuma yazma oranının eski zamanlara göre çokça yükseldiği, değişik birçok alanda kitapların yazılarak binlerce sayıda basıldığı ve en sıradan bir işin bile eğitim sonucu alınabilen diplomalar ile meşruluk kazandığı bir çağa gelinmiştir. İşte, Kur'an-ı Kerim bu zamanın bilgiye önem veren okumuş insanlarına, sanki yeniden nazil oluyormuş gibi hitap etmektedir.

Önceki asırlarda yaşayan insanlara göre kendine daha fazla güvenen ve Kur'an'ın sözlerine karşı kulağını kapayan bu zamanın ehl-i kitap, ehl-i mektep insanlarının, artık gözlerini açmaları gerekmektedir. Çünkü, İnsanların zekalarına güvenerek ürettikleri kanunlar, gerçek anlamda adaleti ve huzuru temin etmekten aciz kalmakla birlikte, kendileri gibi yaşlanmaya maruz kalmaktan da kurtulamamıştır. Kur'ân'ın her iki dünya saadetini temin eden semavi hükümleri ise, aradan asırlar geçmesine rağmen gençliğini ve tazeliğini muhafaza etmesi ile insanlığın yakın ve uzak gelecekle ilgili her türlü beklentilerine cevap verebileceğini ispat etmiştir. İnsanı ve tabiatı ilahlaştıran, mevcut teknolojik gelişmeleri kendi ürünü gösterip beşeri büyülemeye çabalayan medeniyetin menfi yüzünün temsilcisi ikinci Avrupa, çağın göz kamaştıran, akıllara durgunluk veren bütün güzelliklerini ve menfaatlerini kendine alet ederek başta İslamiyet olarak bütün semavi dinlere karşı mücadele ve muaraza etmektedir. İşte, Said Nursi; “Şahıslar, cemaatler, muarazasından âciz kaldıkları Kur'ân'a karşı; bütün nev'-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hâzıra, Kur'ân'a karşı muaraza vaziyetini almıştır,” [27] diyerek, bu duruma dikkati çekmek istemiştir. Bu açıdan düşünüldüğünde, Hıristiyanlığın dinsizlik cereyanına dayanabilmesi için tasaffi ederek İslamiyet'in hakikatlerinden destek almaktan ve hıristiyanların da tevhid eksenli imanî bir şuurla harekete geçerek, Kur'ân'ın “ortak bir kelimeye gelin” emrine uyarak müslümanlar ile ortak bir misyon geliştirmelerinden başka çıkar yolları kalmamıştır.

Kırklı yıllarda, Komünizmin Doğu Avrupa'nın büyük bir kısmına hakim olduğu bir ortamda, Bediüzzaman'ın; “Misyonerler ve hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir,” [28] demiştir. Çünkü, İkinci Dünya Savaşı, ateist Komünizmin hem gücünü hem de yayılma alanını arttırmıştır. Mukaddes olan her şeyi reddeden Komünizmin, İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini koruyabilmesi ve varlığını devam ettirebilmesi için, mutlaka her iki dinin temsilcileri arasında bir birlikteliği bozması gerekmektedir. İşte, insanlığın karşı karşıya kaldığı bu dehşetli durumdan kurtulabilmesi için yegane çare, Allah'a inanan her insanın inançsızlığa karşı ortak hareket etmesi ve aradaki ihtilafları ortadan kaldırması gerekmektedir. Bediüzzaman , yanlış yerde gösterilen tarafgirliğin ve düşmanlığın, nasıl büyük bir güç kaybına yol açtığını iki örnekle akla yaklaştırmıştır: Örneğin, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Dengedeki bir terazinin iki gözünde dağlar bile olsa, bir küçük taş, her ikisinin dengesini bozup, birini yukarı diğerini aşağı indirebilir. Bu sır gereği, ahirzamandaki dinsizlik akımının da bu zayıf noktadan güç alacağını Peygamber Efendimiz(a.s.m.) asırlar öncesinden haber vermiştir: “Ahirzaman'ın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müthişe-i muzırraları, İslam'ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri herc ü merc eder ve koca alem-i İslam'ı esaret altına alır.”

En bedevi kavimlerin bile, harici düşmanlara karşı içerdeki düşmanlıkları unutup, omuz omuza verip, düşman aşireti kovuncaya kadar aralarındaki düşmanlıkları hatıra getirmediklerini hatırlatan Bediüzzaman , ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış sayısız dinsizlik cereyanlarına karşı küçük ayrılıkları ortadan kaldırmamanın çok büyük bir “sukut, vahşet ve hıyanet” olduğunu belirtmektedir. [29]

Bediüzzaman 'a göre; Hıristiyanlık, Teslis inancından kaynaklanan küfür dairesinde daima kalıcı değildir. Birgün, başlangıçta olduğu gibi hâlis tevhid inancına geri dönecektir. Tarihsel gelişmelerin de bunu doğruladığını, o şu şekilde ifade etmiştir : “Nasrâniyet ya intifâ, ya ıstıfâ bulacak. İslâm'a karşı teslim olup terk-i silâh edecek. Mükerreren yırtıldı, Prutluğa tâ geldi. Prutlukta görmedi ona salâh verecek. Perde yine yırtıldı, mutlak dalâle düştü. Bir kısmı lâkin bâzı yakınlaştı tevhide; onda felâh görecek. Hazırlanır şimdiden, yırtılmaya başlıyor. Sönmezse, safvet bulup İslâm'a mal olacak. Bu bir sırr-ı azîmdir. Ona remz ve işaret: Fahr-i Rüsûl demiştir: ‘İsâ, Şer'im ile amel edip ümmetimden olacak.' [30]

Ahirzamanda Hz.İsa'nın(a.s.) yeryüzüne inerek Peygamber Efendimiz'in(a.s.m.) şeriatıyla amel edeceğini haber veren hadisin yorumunu ise şu şekilde yapmaktadır: “Âhirzamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafâttan tecerrüd edip İslâmiyet'e inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı mânevîsi, vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür. Öyle de, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden Deccal'ı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.” [31]

Tabiatçı, maddeci felsefeden doğan ateist Komünizm'in yayılarak güçlenmesiyle, Allah'ı inkar fikri de yaygınlaşacaktır. İşte, Hz.İsa'nın(a.s.) manevi şahsiyetinden ortaya çıkan “hakiki İsevilik” dininin, mevcut Hıristiyanlık dininin hurafelerden ve tahrifattan sıyrılmasıyla ortaya çıkışı bu zamana rastlayacaktır. Hıristiyanlığın tasaffisi ise, ancak Allah'ın birliğine ve cismani dirilişe inanmak gibi İslami hakikatler ile olabileceğinden, manen bir nevi İslamiyet'e inkılap edecektir. Ateist Komünizm cereyanına ayrı ayrı iken mağlup olan İsevilik ve İslamiyet, bu birliktelik sayesinde dinsizlik cereyanına galip gelecektir. [32] Hz.İsa'nın(a.s.) hakikî dini ile İslâm hakikatlerini bir araya getirmeye çalışacak olan bu topluluğa Bediüzzaman, “Müslüman İsevîleri” [33] unvanını vermiştir.

Bilindiği üzere Bediüzzaman , İslam Âlemi'nin ve Batı'nın geleceği ile ilgili çok orijinal bir tespitte bulunmuştur. İslâm Âlemi'nin en büyük temsilcisi Osmanlı Devleti'nin âkıbeti ve Hıristiyanlığın temsilcisi konumundaki Avrupa'nın geleceği hakkındaki şu yorumu yapmıştır:

“Osmanlı Hükümeti Avrupa ile hamiledir; Avrupa gibi bir hükümeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyet'e hamiledir; o da bir İslâm Devleti doğuracak....Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa'dan daha dinden uzak...İkinci tevellüd de, inşaallah yirmi otuz sene sonra çıkacak. Çok emarelerle, hem şarkta, hem garpta Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak.” [34]

Bediüzzaman 'ın -Peygamber Efendimiz'in(a.s.m.) müjdesi üzerine- Hıristiyanlık'ta vuku bulmasını beklediği tasaffi, hıristiyanların dinlerini bütünüyle terk ederek İslâmiyet'e girmeleri şeklinde bir beklenti değildir. Çünkü, İslamiyet eski dinlerin güzelliklerini ve şeriatlarının prensiplerini barındırdığı için, ta'dil ve tekmil edicidir. Yalnızca, zaman ve mekanın değişimiyle hükmü kalmayan fürüat kısmında yenilikler getirmiştir. Bu sır gereğince, hıristiyanlar zaten sahip oldukları dinlerinin esaslarına dayanmakla ve inançlarını tekmil etmekle asli dinlerine kavuşacaklardır. [35]

Kur'ân'ın hakikatleri, bütün dinlerin inanç esaslarını içine almaktadır. Çünkü, Hz.Adem'den(a.s.) hâtemü'l-enbiyâ olan Resul-ü Ekrem'e(a.s.m.) kadar bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri din, İslâmiyet'tir. Kaynak tek olduğundan, bütün peygamberlerin nübüvvetleriyle icrâ ettiği fonksiyonlar da tek olmuştur. Bu nedenle; ehl-i kitabın, hâlis tevhid inancına dönerek akîdelerini tashîh etmeleri zaruri bir haldir. Ehl-i kitabın kendi aslına dönmesi ve akîdesini tashih etmesi için ise, er ya da geç mutlaka Kur'ân-ı Kerim'e müracaat etmeleri gerekecektir.

Hüseyin-i Cisrî , “Risale-i Hamidiye” sinde yüz on dört işareti semavi kitaplardan çıkarmıştır. Onca tahrifattan sonra bile hâlâ Resûl-ü Ekrem'le(a.s.m.) ilgili müjdeli haberlerin yer alması, daha evvelce daha çok tasrihatın bulunduğunu göstermektedir. [36] Madem semavi kitaplarda geçen her hakikate mutlaka inanmak gereklidir. Elbette İseviliğin hakiki dindarları, kendi kitaplarında açıkça geçen bu müjdeleri dikkate alıp tasdik edecekler ve Kur'ân-ı Hakîm'in hakikatlerini de kabul ederek onun da ilâhî bir kaynaktan geldiğine inanacaklardır. Şüphesiz ki, ehl-i kitabın Kur'ân hakikatlerini ve Hz.Muhammed'in(a.s.m.) nübüvvetini kabul etmeleri, hiçbir şekilde onları kendi özlerinden ve asıllarından ayırmayacaktır.

Bediüzzaman , Hutbe-i Şâmiye adlı eserinde medeniyeti ayakta tutan dördüncü esasın muhabbet(sevgi) olduğunu şu şekilde ifade etmektedir:

“Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır.” [37]

Ona göre, “Husumet ve adavetin vakti bitmiştir. Çünkü, iki dünya savaşında yaşanan tahrip edici, dehşetli zulümler, adavetin içinde zerre kadar fayda bulunmadığını gözler önüne sererek, tarih sayfasına kanlı harflerle resmetmiştir.” Öyle ise, nefrete ve düşmanlığa en layık insanlara bile -sataşmamak şartıyla- kin ve adavet beslememek bu zamanın zaruriyatından olmuştur. Bu prensibin hayata geçirildiği ilk yer ise müslümanlar ve hıristiyanların birbirleriyle ilişkilerini sevgi üzerinde temellendirmelerinin yollarını arayıp bulmaları olmalıdır.

Yahudilerle Diyalog ve Dostluk Kurmanın Zorlukları

Bediüzzaman , Hıristiyanlık aleminde beklenilen gelişmelere benzer şekilde, Yahudiliğin de tasaffi edeceğinden, İslâm'a teslim olacağından bahsetmemiştir. Risale-i Nur Külliyatı'nda, yahudilerden olumlu bir şekilde bahsedilen yerler ise, birçok yahudi ve hıristiyan âlimlerinin Resul-ü Ekrem'in(a.s.m.) nübüvvetini kabul edip iman etmeleri hususuyla sınırlı kalacak kadar azdır. Kur'ân-ı Kerim'de olduğu gibi, Kur'ân'ın manevi bir tefsiri olan Risale-i Nur'da konu edilen Yahudiler -hıristiyanların aksine- tarih boyunca değiştirmedikleri olumsuz yönleriyle mevki kazanmışlardır.

Dinsizlik cereyanına karşı tek başlarına mukavemet edemeyen Hıristiyanlık ve İslamiyet'in hak din noktasında birleşeceklerine dikkat çeken Bediüzzaman , yahudilerin ise Deccal 'ın en büyük kuvveti, destekçisi ve gönüllü takipçisi olacaklarına hadislerin işaret ettiğini belirtmiştir. Nitekim, yahudiler Alman milletinden intikamlarını almak için komünist komitesin tesisinde mühim bir rol oynamışlar ve kendilerinden olan Troçki namındaki dehşetli bir adamı Rusya'nın başına geçirmeyi başarmışlardır. [38]

Müslim 'in Enes b. Malik 'ten rivâyet ettiği; “Deccal'ın mühim kuvveti yahudidir. Yahudiler, severek tabi olurlar,” [39] hadis-i şerifinin benzeri mahiyette daha başka hadisler de vardır. Deccal'ın, yahudiler arasında doğacağını haber veren İbn Sayyad' ın ilgili rivayeti, bunlardan sadece birisidir. [40]

Said Nursî , yahudilerin her iki Deccal'a verecekleri destek konusuna şöyle temas etmektedir: “Deccal, Yahudi'nin İslâm ve Hıristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesinin muavenetini...., hatta İslâm Deccal'ı masonların komitelerini aldatıp müzâheretlerini kazandıklarından, dehşetli bir iktidar zannedilir...” [41]

Risale-i Nur Külliyatı 'nın geneli düşünüldüğünde, ehl-i kitap olan Yahudilik ile Hıristiyanlığın birbirinden ayrı tutulduğu görülecektir. Yahudiliğin ve Yahudilerin konu edildiği birçok bölümlerde; onların bozgunculuklarından, fıska ve zulme düşmelerinden bahsedilmesi gözden kaçmayacaktır. Bediüzzaman, Fatihâ Sûresi'nde geçen “ğayri'l-mağdûbi aleyhim” ibaresini yorumlarken çok orijinal bir nüansa dikkatleri çekmektedir: “İkinci fırka ise, kuvve-i gadabiyenin galebe ve tecavüzüyle tecavüz ederek ahkâmın terkiyle zulüm ve fıska düşmüşlerdir: Yahudilerin temerrüdü gibi.” [42] Burada, Yahudileri vasıflandırmak için kullanılan “mağdubi” isminin, devam ediciliği zihne getiren “ism-i mef'ul” olarak tercih edilmesinin hikmetini düşünen Bediüzzaman , bunun tevbe ve af ile yollarından vazgeçmedikleri sürece yahudilerin şer ve isyanlarının silinmez bir damga gibi kalıcı olacağına dair bir işaret kabul etmiştir. Hıristiyanları vasıflandırmak için kullanılan “dâllîn” isminde geçiciliği ifade eden “ism-i fail”in kullanılmasının ise, onların dalaletlerinin son bulduğunda affa uğrayacaklarının bir işareti olarak görmektedir. Kur'ân'ın ehl-i kitaptan yahudiler ile hıristiyanları eşit tutmaması gerçeği, müslümanlar için hatırdan çıkarılmaması gereken oldukça önemli bir mesele olsa gerektir ki, fihriste-i Kur'âniye olan Fatiha ile vakit namazlarının her rüknünde remzen ihtar edilmektedir.

Kur'ân'da yahudilerin kimliklerini öne çıkaran âyetlere bakıldığında, hıristiyanların aksine hep olumsuzluklar dikkati çekecektir:

“Sen Yahudileri, hayata karşı insanların en hırslısı olarak bulursun.” [43]

“Onların çoğunun; günaha, zulme ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün.” [44]

“Onlar, yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar.” [45]

“İsrailoğullarına, Tevrat'ta şöyle bildirdik: ‘Siz yeryüzünde iki kere fesad çıkaracaksınız.'” [46]

“Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin.” [47]

Yukarıdaki ayetler, yahudilerin sosyal hayatı bozan iki yönüne dikkatleri çekmektedir.

Bunlardan birincisi; “Sen çalış, ben yiyeyim,” prensibi üzerine bina edilen faizli kredi sisteminin yerleştirilmesi amacıyla bankacılığın yaygınlaştırılmasıdır. Böyle bir sistem, fakirin emeği ile zenginin sermayesinin çarpışmasına yol açtığından toplum hayatının huzurunu kaçırmıştır. İkinci yön ise; her çeşit fesad komitelerine karışmaları ve ihtilallere parmak karıştırmalarıdır. Bilindiği üzere, yahudiler, -değişik sebeplerden- birlikte yaşadıkları toplumla bütünleşememişlerdirler. “Getto” denilen, yahudiler dışındakilere kapalı yerlerde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Faizli kredi sistemi gibi yöntemlerle haksız mal biriktirmeleri, ahlakı dejenere edici faaliyetler göstererek insanları birbirine düşürücü fitne ve fesat çıkarmaları, “ Tanrının (seçkin) kavmi”, “mukaddes millet” olarak kendilerini görmeleri, sözünde durmamaları ve anlaşmaları bozmaları gibi birçok olumsuz özellikleri sebebiyle; dünyanın değişik yerlerindeki toplumlardan dışlanmışlar, hatta acımasızca zulüm görmüşlerdir. İşte, yahudilerin uğradıkları zulümler yüzünden biriken intikam hisleri, bütün fesad şebekelerinde baş aktör olmalarının temel nedeni olmuştur.

“Kızlarınızı sağ bırakıp yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlardı,” [48] ayeti, Firavun zamanında meydana gelen bir hadiseden bahsetmesine rağmen; aslında daha sonraları da yahudilerin değişik memleketlerde sayısız katliamlara maruz kalacaklarının işaretini vermektedir. Bediüzzaman , yahudilerin Nazi soykırımı da dahil birçok etnisite hareketine maruz kalmaları tarihi gerçeğini şu şekilde özetlemiştir:

“Benî İsrail'in oğullarının kesilip kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun zamanında yapılan bir hadise unvanıyla, yahudi milletinin ekser memle­ketlerde, her asırda maruz olduğu müteaddid katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşerîye-i sefihanede oynadıkları rolü ifade eder.” [49]

Yahudilerin başka bir ortak özellikleri de; ölümden çok korkmaları ve hayata hırsla bağlanmalarıdır. Kur'ân-ı Kerim; “Eğer doğru iseniz mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksi­niz,” [50] ayetiyle bu sosyolojik gerçeği açığa vurmuştur. Yahudiler kendilerini seçkin bir kavim olarak gördüklerinden, ahiret saadetinin de yalnızca kendilerine ait olduğunu iddia etmektedirler. Ahiretten kastettikleri ise, dünya hayatının sonunda düşündükleri mutlu bir gelecektir. Yani, en sonunda Kudüs'ün de içinde bulunduğu “arz-ı mukaddes / kutsal topraklar” ın kendilerine ait olmasına, devletlerini orada kurup bütün dünyayı istila edeceklerine olan inançlarıdır. Onların inandıkları ahiret yurdu, öldükten sonra dirilişi ve hesaba çekilişi barındırmayan tahrif edilmiş bir ideal olarak anlaşılmıştır. İşte, Peygamber Efendimiz'in(a.s.m.) huzurundaki küçük bir yahudi cemaati için söylenen bu ilahi kelam aslında yahudilerin “kıyamete kadar lisan-ı halleri , mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını bırakmayacağını” [51] ifade etmektedir.

Kur'ân'ın, yahudiler hakkında şiddetli terbiye tokatlarından biri de; ‘Onların üzerine bir zillet ve meskenet damgası vuruldu' [52] âyetindedir. Bu âyet; “O mil­letin mukadderât-ı istikbâliyesini umumî bir surette ifade” [53] etmektedir. Önceki paragraflarda zikredildiği gibi, Yahudilerin genel karakterleri olarak yerleşmiş birçok menfi özellikleri sebebiyle, Kur'ân onlara karşı çok şiddetli davranmıştır.

Yahudiler toplum olarak istikameti koruyamadıkları gibi, diğer toplumların da dalaletlerine yol açmışlardır. Ruhun yaşayabilmesi için mahiyetine yerleştirilen ve serbest bırakılan -Kur'an, şeriatıyla sınır koymuştur- gadabiye, şeheviye ve akliye kuvvelerinin insaniyet alemindeki zakkum meyveleri, Yahudilik dalından her zaman için beslenme imkanı bulmuştur. Şeheviye dalında, yahudi kadın ve kızlar, sefihane hayatın yerleşmesinde önemli rol oynamışlardır. Gadabiye dalındaki şerli faaliyetleri ise, ihtilallere parmak karıştırmaları ve intikam fikriyle her türlü fesad şebekelerinde faaliyet göstermeleridir. Kuvve-i akliye dalında ise, insanlığı dalalete sürükleyen maddeci, tabiatperest fikirlerin güncelleştirilmesinde ve yaygınlaştırılmasında, yine yahudi kökenli feylesofların etkili rol oynadıkları görülmektedir.

Kâfirlere Karşı Şiddetli Olmak, Ama Nasıl?

Kur'ân-ı Kerim; küfür üzere hayatını geçiren ve inkâr içinde ölen kâfirlerin acıklı bir azaba düçar olacaklarını, ebedî olarak cehennemde kalacaklarını bildirmek suretiyle Allah'ın, imansız bir halde ahirete göçenlere “müsamahası”nın olmayacağına işaret etmektedir. Ancak; dünyada, Allah'ın ayırım yapmaksızın herkese rızkını vermesi, dünyanın bir imtihan yeri olduğu anlamına geldiği gibi; Allah'ın, onlara mühlet verdiği ve müsamaha ettiği mânâsına da gelebilir. Belki de bu müsamaha, münkirlerin bir kısmının küfrün zorluğunu ve âkıbetini görerek hidâyete kavuşmasına sebep bile olabilmektedir.

Burada; Cenab-ı Allah'ın, kâfirlere müsamahasından, onların dinsizliklerini “hoş görmesi” gibi yanlış bir anlam çıkarılmamalıdır. Buradaki müsamaha; yaşamalarına, nimetlerden istifade etmelerine “müsaade”, “izin” mânâsında kullanılmaktadır.

Bu arada; Kur'ân'ın, kâfirlerden bahsederken onların girecekleri cehennemi dehşetli bir şekilde tasvir etmesi, azabın elemini hissedip korkarak inkârdan vazgeçmelerini sağlamak maksadını taşımaktadır. Tıpkı, bir annenin korkuttuğu çocuğunun tekrar onun şefkat sinesine atılması gibi, Cenab-ı Allah da; insanları cehennemle tehdit edip rahmetine celp etmek istemektedir.

Kur'ân-ı Kerim'de birçok âyet-i kerimede, Allah'ın kâfirlere gazabından bahsedilmektedir. [54] Bu sebeple; bir âyette müminlerin vasıfları sayılırken; “kâfirlere karşı şiddetlidirler,” [55] ifadesi kullanılmaktadır. Âyetin devamında ise; “kendi aralarında merhametlidirler,” denmektedir. Şiddetten maksat, onlardan hiçbir saldırı vaki olmadan her yerde dövülmeleri, öldürülmeleri değildir. Burada müminlere bir ölçü verilmektedir. O da, müminlerin duygu ve düşüncelerini yalnız ve yalnız “akide esası” üzerine bina etmeleri prensibidir. [56] “Allah için sevmek, Allah için buğz etmek,” [57] hadis-i şerifi de buna paralellik arz etmektedir.

Âyetten anlaşılan mânâ, kâfirin küfrüne karşı bir hoşgörüsüzlük ve buğz olduğu gerçeğidir. Fakat bir kâfir, müslümanca sıfatlar da taşıyabilir. [58] Ehl-i kitapla ilgili bölümde de ele alındığı gibi onun müslüman sıfatları da görmezden gelinemez. Hafız İbn Kesir 'in söylediği, “kâfirlerin yüzüne karşı asık suratlı olmak,” [59] cümlesi, İslâm'ın tebliğ anlayışıyla ve kavl-i leyyin (yumuşak sözlülük) üslûbuyla bağdaşmamaktadır. Bir malı dahi abus bir çehre ile pazarlamak mümkün değilken, Allah'ın dinini turşu satan bir suratla tebliğ etmek elbette uygun değildir.

Nitekim el-Kasımî , bu âyetin mânâsının ashab üzerinde tezahür ettiğine dikkat çekerek; onların itikadlarının sağlam olduğunu belirtmekte ve; “itikadı sağlam olmayanların saldırmaları durumunda kâfirlere karşı şiddetlidir,” [60] diyerek; şiddetin saldırı anında olacağına temas etmektedir. Bu sebeple İbn Kesir'in; “kâfirlere karşı asık suratlı olmak,” şeklindeki yorumunu; onların saldırıları durumundaki bir tavır olarak ele almak daha uygun görünmektedir.

Çağdaş müfessirlerden Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır; “Onlar kâfirlere karşı zayıflık ve yılgınlık göstermez, sert ve güçlü davranırlar,” [61] derken, Mahmud Hicazî de, -el-Kasımî'yi destekleyerek- şunları söylemektedir: “Gerçek mümin; kendisine karşı savaşan ve dinine cephe alan kâfirlere karşı asla yumuşaklık göstermez.” [62]

Burada, Bediüzzaman 'ın, küfür ve kafir ile ilgili görüşlerini zikretmekte de fayda bulunmaktadır. Ona göre, küfrü ikiye ayırmak mümkündür. Birincisi, dinsiz ve Allah'ı inkar eden anlamına gelirken, ikinci mana; Resul-i Ekrem'i(a.s.m.) ve İslamiyet'i kabul etmeyen demektir. [63] Küfrü başka bir açıdan da iki kısma ayırmak mümkündür. “Adem-i kabul” denilen, ispatı tasdik etmemek ile; “kabul-ü adem” denilen, kalben yokluğu kabul etmektir. Birincisi, cehaletten ve hükümsüzlükten kaynaklandığı halde, ikincisi bir inancı ve hükmü içermektedir. [64] Şirk ise, Allah'a ortak koşmak anlamına gelmekle, batıl bir inancı nitelemektedir. “Ukul-u aşere ve erbabü'l-enva” düşüncesine sahip felsefeciler, meleklere ilahlık veren Sabiiyyun , Cenab-ı Hakkın oğlu olduğunu iddia eden ve teslis inancına sahip hıristiyanlar şirk ehlinin değişik taifeleridir. [65]

Resul-ü Ekrem(a.s.m) Müşriklere Nasıl Davranırdı?

Müminlerin kâfirlere karşı olabildiğince sert davranmasının savaş esnasında gösterilecek bir tavır olduğunu, Peygamberimizin(a.s.m.) tatbikatlarından da anlıyoruz. O, Uhud, Bedir ve Hendek savaşlarında kâfirlere aman vermezken, barış zamanında oldukça nazik ve yumuşak bir tavır sergilemiştir. Resul-i Ekrem'in kendisine her türlü eza ve cefayı reva görenlere beddua etmeyip dua etmesi; İslâm'ın esas amacının müşrikleri öldürmek değil, onların hidâyetine vesile olmak olduğunu, hoşgörünün de bu maksada hizmet ettiğini anlatır. Meselâ; O'nun, kendisine her türlü eziyeti yapan; O'na her türlü hakarette bulunan; O'nun yoluna dikenler seren; üzerine pislikler atan Kureyşlilere kızmadığı rivâyet edilmektedir. [66] İslâm'ın azılı düşmanlarından Ebu Cehil'in, Resul-i Ekrem'in insanları İslâm'a davetine engel olmak için; “Ey ahali, bu adamı dinlemeyiniz. Sizi dininizden vazgeçirmek istiyor. Sizi Lat ve Uzza'dan vazgeçmeğe davet ediyor,” demesine karşılık, O; dönüp onun yüzüne bile bakmıyordu. [67] Tebliğine ise devam ediyordu.

Peygamberimiz'in(a.s.m.) bu ve benzeri olaylara karşı tavırları, müslümanlar için bir mihenk taşı hükmündedir. Bir toplumda müslümanlar; her türlü insanla, değişik kültür ve inançlarla birlikte yaşamak zorunda kalabilirler. Bunların içinde ehl-i kitap olan hıristiyanlar ile yahudiler olabileceği gibi müşrikler ve putperestler de bulunabilecektir. Bu durumda müslümanlara düşen görev; tıpkı Peygamberimiz'in(a.s.m.) yaptığı gibi; onlara İslâm'ı tebliğ etmek, hidâyetleri için de dua etmektir. Bunun dışında yapılacak her türlü tavır ve davranış, “menfîlik” olarak değerlendirilebilir ve İslâm'ın zararına olur. Resul-i Ekrem(a.s.m.) müslümanlar zayıf iken de güçlü iken de, amacının İslâm'ı bütün insanlara tebliğ olduğunu unutmamış ve aynı tavrı hayatı boyunca sergilemiştir. İşte Mekke'nin fethinde, O'nun eline bütün azılı müşriklerden, din düşmanlarından intikam alma fırsatı geçtiği halde, O; “evinden dışarı çıkmayanın emin olduğunu” ifade ederek, hiç kimsenin kılına bile dokunmamıştır. Bu davranış, en muannit kâfirlerin dahi İslâm'a girmesine vesile olmuş, müşrikler grup grup gelerek Peygamberimize biat ve İslâm'la şereflendiklerini beyan etmişlerdir.

Müşriklerin Taptıklarına Sövmek Caiz midir?

İslâm'da eziyet etmek yasaklandığı için, kâfire de “kâfir” diye hitap etmemek gerekmektedir. [68] Hatta müşriklerin veya çeşitli inançlara kalpten bağlı olanların taptıkları, “Allah'tan başka varlıklara” küfretmek, dil uzatmak bile yasaklanmıştır. Nitekim; “Onların Allah'tan başka yalvardıklarına sövmeyiniz ki, onlar da sınırı aşıp bilmeyerek Allah'a sövmesinler. Biz her ümmete yaptıkları işi süslü gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. O, onlara ne yaptıklarını haber verir,” [69] âyeti böyle bir yasaklamanın en büyük naklî delilini teşkil etmektedir.

Sövmek, genelde ahlâka uygun bir şey değildir. Aslı itibariyle bâtılı, küfrü(inkârı) değersiz göstermek meşru ve güzel sayılmışsa da, inatlaşmaya ve küfrün artmasına sebep olacak olan sövme kabilinden tavırlar hoş görülmemiştir. Muhatabı küfründe inada sevk edeceğinden fıkıh kitaplarında, her kim olursa olsun dinine sövmek, elfaz-ı küfürden sayılmıştır. [70]

Bu âyetten, zararı faydasından çok olan şeyin terk edilmesinin “vacip” olduğu mânâsını çıkaran bazı âlimlere göre, “Zararı faydasından çok olan, şerre götüren şey de şerdir,” [71] anlamını istihrac etmek mümkündür.

Bunlardan anlaşılıyor ki; İslâm, müslümanları, kâfirlerin Allah'tan başka yalvardıklarına dil uzatmama konusunda “itidale” çağırıyor, ifrat ve tefritin zararına dikkat çekiyor. Bu tavır, onların taptıklarına hoşgörü ile bakmak demek değil; Allah hakkında söylenecek kötü sözleri hoş görmemektir. Kaldı ki putlara sövmenin, menfî şeylerle zihni meşgul etmenin İslâm'a ve müslümanlara bir faydası da yoktur. Dilimizi ve zihnimizi böyle şeylerle meşgul etmek yerine, zikir ve fikir gibi şeylerle meşgul etmek İslâm'ın özüne ve yaratılış gayesine daha uygundur. Zaten bir batıl ideolojiyi söverek yıkmak mümkün değildir. Batıla karşı akıl, mantık ve ilimle mücadele edildiği takdirde de, sa'y ve gayretin heba olması düşünülemez. Bu yüzden biz buradan, “müspet hareket etme” prensibinin anlaşılabileceği görüşünü taşıyoruz.

İnançsızlık ve Adaletsizlik Karşısında Hıristiyanlarla Birlikte Olmak

Kur'ân-ı Kerim'de, inkarcılardan ayrı tutularak ehl-i kitaba özel hitap edilmiştir. Hakkı bilip de gizledikleri halde birgün bu hakkı kabul etme ihtimallerinin bulunması, onlarla ilgili âyetlerde “ikaz” noktasının ağırlık kazandığını göstermektedir. Kur'ân'da ehl-i kitabın kalbini İslâm'a karşı yumuşatıcı bir üslup kullanılmasının hikmeti de bu olsa gerektir. Bu açıdan, müminleri ehl-i kitapla dost olmaktan sakındıran bir ayetin, Kur'an'ın diğer ayetlerine tezat teşkil etmesi mümkün olmadığından yoruma tabi tutulması gerekmektedir. Bu yorum ise, bize ehl-i kitap ile diyaloğun ve müsamahanın ölçüsünü verecektir. Yani, onlara yaranmaya çalışmak derecesinde bir gevşeme ve iltifattan uzak durma ile birlikte her an için onlara iyilik edebilme yakınlığında dengeli bir yaşantı hali sergilemeyi, Kur'ân-ı Kerim'in ders verdiği anlaşılacaktır.

Resul-ü Ekrem'in(a.s.m.) de, yahudi ve hıristiyanlara karşı davranışlarında hiçbir vakit iyilik yapmaktan geri durmadığı gözlenmiştir. O'nun(a.s.m.) her hali, tavrı ve sözü en güzel bir örnek olması sebebiyle, ehl-i kitaba barış zamanlarında iyilikte bulunmanın müminlerin görevleri arasında olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hatta, Resul-ü Ekrem(a.s.m.) barış zamanlarında müşriklere karşı da oldukça nazik ve yumuşak bir tavır sergilemiştir. Onun bu davranışı ise, en inatçı münkirlerin dahi gruplar halinde İslâm'a girmelerine vesile olmuştur.

Çeşitli kültür ve inanç sistemlerini içinde barındıran bir toplumsal yapıda, inkarın çirkinliğini, faydasızlığını göstermek meşru ve güzel bir hareket olmakla birlikte; inatlaşmaya ve inkarın daha artmasına sebep olacak sövme kabilinden düşmancasına davranışlar ise İslamiyet'in özüne aykırı olacaktır. Zaten şimdiye kadar bir batıl inancı, ideolojiyi baskıyla ve söverek yıkmak mümkün olmamıştır. Batıla karşı akıl, mantık ve ilimle mücadele edildiği takdirde ise, sa'y ve gayretin sonuçsuz kaldığı görülmemiştir. Bu açıdan “müspet hareket etme” prensibinden ayrılmayarak bütün insanlara İslam'ı en güzel bir şekilde yaşamak ve çağın anlayışına uygun en güzel bir dil, bir üslup ile tebliğ ettikten sonra da hidayetlerine dua etmek, belki en etkili metot olacaktır. Ayrıca, kâfirlerin yüzüne karşı asık suratlı olmak, İslâm'ın tebliğ anlayışıyla ve kavl-i leyyin(yumuşak sözlülük) üslûbuyla da bağdaşmamaktadır. En sıradan bir malı dahi abus bir çehre ile pazarlamak mümkün olmazken, Allah'ın mukaddes dini olan İslamiyet'i öfkeli bir yüz, sert bir üslup ve aşağılayıcı bir tavırla tebliğ etmek, elbette ne Kur'an'ın edebinde ne de Peygamber Efendimiz'in(a.s.m.) yaşantısında benzerini göremeyeceğimiz bir davranış tarzı olacaktır.

Hem de; hıristiyan, yahudi, hatta inanmayan bir insanın bile müslümanca sıfatlar taşıyabileceğini akıldan çıkarmamak gerekmektedir. Gerçi, ehl-i kitap dahi olsa onların batıl inançlarına karşı buğz etmek, hoşgörmemek gereklidir. Fakat, onların müslümana yakışır sıfatlarını hiçe sayıp, görmezlikten gelmek de mümkün değildir. Bediüzzaman , Kur'an'ın yasaklamış olduğu ehl-i kitapla diyalog ve yakınlığın konusunun “din dostluğu” olduğunu söylemektedir. Ona göre, değil ehl-i kitap, müslüman olmayanlarla, kafirlerle bile “sıfat ve sanat” dostluğu kurmanın dinen hiçbir sakıncası bulunmamaktadır. Diğer insanlarda görülen “doğruluk”, “maharet” gibi sıfatlara, ileri teknolojilerine muhabbet etmek, işbirliği için onlara yakınlaşmak, Kur'ân'ın edebine kesinlikle aykırı değildir. Günümüzde, özellikle hıristiyanların ülkelerinde çalışmak zorunda kalan müslümanların büyük bir ekseriyeti teşkil ettiği ve ekonomik, askerî bakımlardan yardımlaşmanın zarurî olduğu bir devrede, bu dostlukların kurulması zaruriyet derecesine gelmiştir.

Müslüman kalarak, yahudi ve hıristiyanlarla dini farklılıklara zarar vermeden politik, sosyal ve ekonomik sahalarda meydana gelen yakınlaşmalar; zararlarını göze göstermeyecek derecede faydaları barındırmaktadır. Birlikte yaşayışa zarar vermeyecek bir ölçüde dinî farklılıkların kabul edilmesi, iyi bir İslâmî geleneği ifade etmektedir ve tarihte değişik defalar uygulama sahası bulmuştur. Toleranslı bir beraberliğin ötesine geçmeyen böyle bir birliktelik, günümüzde en fazla gereksinim duyulan barış içinde beraber yaşamanın gerçekleşmesinde çok önemli bir ortak değerdir.

Dünyada hiçbir şey sabit değildir, değişmeye ve gelişmeye tabidir. Dinler ve dinî cemaatler de bundan nasibini almaktadırlar. Bugün dünyada 1.5 milyara yakın Müslüman, 2 milyara yakın da hıristiyan vardır. Her iki dinin mensupları, hak dinin esaslarında ittifak edip ortak hareket ederlerse; dünyada adaletin gerçekleşmesi, haksızlıkların önlemesi, iyiliğin ve barışın hâkim olması için çok şeyler yapabilirler. Bunun için öncelikli olarak tarihteki eski düşmanlıkların bir kenara bırakılması gerekmektedir. Dünyanın gün geçtikçe büyüyen problemleri karşısında; -geçmişte yaşanmış taassuptan ve cehaletten kaynaklanan yanlışlıklardan dersler almak; aynı hatalara tekrar düşmemek ve- mazide yaşananları tekrar canlandırmamak gerekmektedir. Aksi taktirde, çözüm bekleyen bunca güncel problemlere eskilerin de eklenmesi; meseleleri kördüğümler haline getirip imkansızlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Bediüzzaman için, insanın mutluluğunun ve ahlâken müstakim oluşunun ana düşmanı; inançsızlık, dinsizliktir. İnançsızlık, insanı o kadar alçaltır ki, en bayağı menfaati için şeytan gibi şahısların ayağını öpecek derecede zillet göstermesine sebep olur. Yaşam gayesi olarak yalnız bu dünyayı gösterdiğinden, fena ve zevale maruz lezzetleri takip eden daimi elemleri insanın başına musallat eder. Allah'a isyan edecek derecede bir tehevvür gücü verdiği halde; ölümü hatırlatan her şeyden, -mikroptan zelzelelere kadar birçok musibetlerden- el ve ayak titretecek derecede korku duymasına engel olamaz. İnançsızlık, insanı böyle çelişkilere maruz bırakarak; ifrat ve tefritin salınımlarına terk ederek yalnızlaştırır. Hıristiyanların ve müslümanların, inançsızlığa karşı birlikte mücadele etmeleri, -en azından geçici bir müddet- bu iki mü'minler ailesi arasındaki ihtilaflı noktaları gündeme getirmekten uzak durmaları ile mümkün olacaktır.

Bu anlamda bir ittifak; müslümanlar ile hıristiyanlar arasında hiçbir farklılığın mevcut olmadığı, yahut varolan bu farklılıkların önemsiz olduğu anlamına kesinlikle gelmez. Elbette, Hıristiyanlık akidesi ile İslâm akidesi arasında çok önemli farklılıklar vardır. Fakat, bu farklılıklar üzerinde sabit fikirlerle yoğunlaşarak cepheleşmek; gerek müslümanları, gerekse hıristiyanları paylaşabilecekleri çok daha önemli olan bir ortak vazifeden alıkoyacaktır. Bu vazife ise; ahlaki değerlerin ölçüsünü Allah'ın irade ve rızasının oluşturduğu bir hayat ve toplum vizyonu sunabilme ile medeniyetin merkezine tevhid gerçeğinde Allah inancının yerleştirilmesi sayesinde saadet-i dareyni insanlığa kazandırma olmalıdır.

Ancak bu istikamette, Peygamber Efendimiz'in(a.s.m.) hadislerinde rivayet ettiği; “İsa, şer'im(şeriatim) ile amel edecek,” hakikati gereği, Hıristiyanlığın hurafelerden tasaffi ederek İslamiyet'e yaklaşması ve maddeci, tabiatçı felsefeden güç alan küfür cereyanına karşı İslamiyet'le birlikte mücadele etmesi gerçekleşmiş olacaktır. ( Selim Sönmez , Yeni Asya Gazetesi ve Köprü Dergisi yazarı / Risale-i Nur Enstitüsü adına gönderdiği cevap / 07.01.2003)]


[1] Âl-i İmran, 70.

[2] Âl-i İmran, 71.

[3] Sözler, 215.

[4] Âl-i İmran, 110.

[5] Âl-i İmran, 64.

[6] Fahrü'r-Razi, Tefsiru'l-Kebir, c. 8, s. 85-86, Beyrut, tsz.

[7] El-Maide, 51.

[8] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 3, s. 265-266, İst., tsz.

[9] El-Mümtehine, 8.

[10] Elmalılı, a.g.e., c. 3, s. 265-266.

[11] Mevlânâ Şibli, Asr-ı Saadet (Terc: Ö. Rıza Doğrul) İst. 1974, c. 2, s. 117.

[12] Nesâî, Cenâiz 47, (4, 46).

[13] Şiblî, a.g.e., c. 2, s. 117-118

[14] Şiblî, a.g.e., c. 2, s. 118.

[15] Keşfu'l-Hafâ, 2:311.

[16] Nursî, Münazarat, s. 33-34.

[17] Nursî, Münazarat, s. 67-68.

[18] Nursî, a.g.e., 70-71.

[19] Nursî, a.g.e., 70.

[20] Nursî, a.g.e., 71.

[21] Buharî, 4:205; Müslim, 1:136; Fethu'l-Kebir, 2:235.

[22] Nursî, Lem'alar, s. 155, Germany, 1994.

[23] Lem'alar, s. 119

[24] Mesnevi-i Nuriye, s. 77.

[25] Muhakemat, s. 37-38

[26] Âl-i İmran, 64.

[27] Sözler, s. 371.

[28] Emirdağ Lahikası, 139.

[29] Mektubat, 260

[30] Sözler, s. 644.

[31] Mektubat, 12.

[32] Mektubat, 60.

[33] Mektubat, 426.

[34] Said Nursi, s.1856

[35] İşârâtü'l-İ'câz, s. 52-53.

[36] Sözler, s. 215.

[37] Hutbe-i Şamiye, s. 57

[38] Şualar, s. 507

[39] Müslim, Fiten: 124

[40] Buhari, Cenaiz 80, Şehadat 3, Cihad 178, Edeb 97; Müslim, Fiten 85, 95, (2924, 2930); Ebu Davud, Melahim 16, (4329); Tirmizi, Fiten 63, (2250), 56, (2236).

[41] Şualar, s. 513.

[42] İşârâtü'l-İ'câz, s. 33.

[43] Bakara, 96.

[44] Maide, 62.

[45] Maide, 64.

[46] İsra, 4.

[47] Bakara, 60; A'raf, 7.

[48] Bakara, 49.

[49] Said Nursi, s.180.

[50] Bakara, 94-95.

[51] Sözler, 366.

[52] Bakara, 61.

[53] Said Nursi, s. 180

[54] En-Nisa, 93; el-Maide, 90; el-A'raf, 71.

[55] El-Fetih, 49.

[56] Seyyid Kutub, Fîzılâli'l-Kur'an, (Terc. İ. Hakkı Şengüler vd.), c. 13, s. 470.

[57] Ebu Davud, Sünnet, s. 15.

[58] Said Nursi, Münazarat, İst. 1991, s. 70.

[59] Hafız İbn-i Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, c. 4, s. 218, Beyrut 1987.

[60] M. Celaleddin el-Kasımî, Mehasinü't-Tenzil, c. 14, s. 432, Kahire, tsz.

[61] M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 7, s. 181, İst., tsz.

[62] Mahmud Hicazî, Furkan Tefsiri (Terc: Mehmet Keskin), c. 7, s. 181, İst, tsz.

[63] Nursi, Münazarat, 72.

[64] Nursi, Şualar, 95.

[65] Nursi, Sözler, 352.

[66] Mevlânâ Şibli, Asr-ı Saadet (Terc: Ö. Rıza Doğrul) İst. 1974, c. 2, s. 107.

[67] Mevlânâ Şibli, a.g.e., c. 2, s. 108.

[68] Nursî, Bediüzzaman Said, Münazarat, s. 71.

[69] El-En'am, 108.

[70] Elmalılı, a.g.e., c. 3, s. 494.

[71] Ömer b. Muhammed eş-Şirazî el-Beyzavî, Beyrut, tsz.

 
alt_banner