ust_banner

sol_blok

ANA SAYFA
 
KURAN-I KERİM

HADİSLER
İNCELEME - ARAŞTIRMA
GÜNDEM YAZILAR
BAŞKA HAKİKATLER
MİFTAHU'L-CENNEH
(Cennetin Anahtarı)

 
EKÜMENİK KUTSAL KİTAP
<<Günümüz Türkçesi>>
<< Azerbaycan Türkçesi >>

APOKRİF KİTAPLAR
<<Günümüz Türkçesi>>
 
 

Kitab-ı Mukaddes
 
Linkler
İletişim

"(Resûlüm) de ki:
Ey Ehl-i Kitap!
(Yahudi ve Hıristiyanlar!) Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse, işte o zaman; 'Şahit olunuz ki, biz Müslümanlarız' deyiniz." (Âl-i İmran S., 64)." (Âl-i İmran S., 64)

'Türklüğün şartı beş'

Sahildeki lüks otellerden birinin bahçesinde, Kuzey Afrika baharlarının o tatlı ılıman bir ikindi sonrası… Güneşin batmasına daha bir hayli zaman var. Ama konferans davetlileri, onurlarına verilen kokteyl nedeniyle, bahçeyi çoktan doldurmuşlar bile…

Hiç tanınmadığı bir yerde yaptığı kısa konuşmasıyla birdenbire herkesten daha popüler hale gelen konferansın son konuşmacısı, daha bahçeye adımını atar atmaz yoğun bir ilgiyle karşılaştı.

Kimisi uzaklardan "Ali Yakuuuuup!" diye el sallayarak gündüz anlattığı fıkrayı çağrıştıran bir şekilde kendisini selamlıyor, kimisi yanına gelip halini hatırını soruyor, hararetle elini sıkarak tebriklerini iletiyor, kimisi de meraklı sorularla bu garip yabancıyı tanımaya çalışıyordu.

Ali Yakup Hoca ise, bir yandan bu teveccühlere uygun mukabelelerde bulunuyor, bir yandan da her zamanki tatlı muzipliğiyle beraberindeki heyet arkadaşlarına :

-"Yahu azizim, baksanıza buralarda biz bayağı meşhur olmuşuz. Şöhret felakettir derler, sakın başımıza bir şey gelmesin!" gibi sözlerle takılmadan edemiyor; "Öyleyse sen de uslu dur Hoca!" diyenlere de, "Azizim, durabilsem duracağım, ama elimde değil duramıyorum. Ne yapayım, söylesem dilim yanacak, söylemesem içim yanacak!" türünden cevaplar yetiştiriyordu.

Bir ara, kalabalık maiyetiyle beraber Libya'lı bakanlardan birisi de Hoca'nın bulunduğu gruba katıldı. Tavırlarından onda da, konferanstaki sıra dışı konuşmayı yapan bu garip yabancıyı daha yakından tanıma arzusu uyandığı seziliyordu. Kısa bir hoşbeşten sonra:

-Efendim, duyduğum kadarıyla, Türk heyetindenmişsiniz… Akademisyen misiniz, yoksa Devlet Memuru mu? diye sordu.

- Hiç birisi değil, beyefendi! Ben bir fabrikanın muhasebe servisinde çalışan, kendi halinde biriyim. Hiçbir resmi sıfatım ve görevim de yok! Lutfetmişler heyete beni de dahil etmişler, ben de görev kabul edip, geldim.

- Ama nasıl olur? Peki Arapça'yı bu kadar güzel konuşmayı nerede öğrendiniz? Herkesin sahip olamayacağı bu derin bilgiye, bu geniş tetebbuata, bu engin kültüre nasıl sahip oldunuz?

- Efendim, ben aslen Kosovalıyım, yani Arnavut'um. Tahsilimi Mısır'da tamamladım. Yıllarca Kahire Üniversitesi Kütüphanesi'nde görev yaptım. Çok büyük alimlerle ve çağımızın önemli fikir adamlarıyla tanışıp, onlardan istifade etme şansını yakaladım. Ömrüm hep kitaplarla, okumakla ve okutmakla geçti.

- Peki madem Arnavut'sunuz, ne diye Türkiye'ye yerleştiniz? Niçin kendi memleketinize dönmediniz? Neden Mısır'da kalmadınız veya başka bir Müslüman ülkeye göç
etmediniz?

- Sayın bakan, bana göre dünyada Kosova'dan daha güzel bir memleket yoktur. Ama ne yapalım ki, oralar çoktan Müslümanların elinden çıkmış, kafirler tarafından istila edilmiş. Dinimiz daha kıymetli olduğu için, hicret etmek zorunda kaldık.

Dinimi özgürce yaşayabileceğim başka bir ülke de bulabilirdim ama; benim ta küçüklüğümden beri tek idealim, kendimi Türkiye için ve Türk milletine hizmet etmek üzere yetiştirmekti. Çünkü ben, hidayetimi
Allah'ın lütfu ile Türklere borçlu olduğuma inanıyorum.

Eğer Türkler oralara gelmeseydi, ben de atalarım gibi Katolik olarak kalacaktım. Bizim Balkanlarda hem Müslümanlar, hem de Hıristiyanlar yaşarlardı. Türklükle Müslümanlık da aynı anlamda kullanılırdı. Bir Hıristiyan Müslüman olunca ona "Türk oldu!" derlerdi. İslamın şartını sayarken, "Türklüğün şartı beş" diye sayardık.

 
alt_banner