ust_banner

sol_blok

ANA SAYFA
 
KURAN-I KERİM

HADİSLER
İNCELEME - ARAŞTIRMA
GÜNDEM YAZILAR
BAŞKA HAKİKATLER
MİFTAHU'L-CENNEH
(Cennetin Anahtarı)
<< Tamamını Oku >>
 
EKÜMENİK KUTSAL KİTAP
<< Tamamını Oku >>

Apokrif Kitaplar

Kitab-ı Mukaddes
 
Linkler
İletişim

"(Resûlüm) de ki:
Ey Ehl-i Kitap!
(Yahudi ve Hıristiyanlar!) Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse, işte o zaman; 'Şahit olunuz ki, biz Müslümanlarız' deyiniz." (Âl-i İmran S., 64)

KÖR VE NANKÖR ŞEYTAN YA DA İMTİHAN OLAN İNSAN

Hakkı Bayraktar
bayraktarhakikat@gmail.com

“Ey Âdemoğulları! Ben, size, ‘Şeytana kulluk etmeyin; çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur.’ diye emretmedim mi?”
(Yâsîn sûresi: 60, 61)
           
***
Manevî ve maddî (sosyal, ekonomik, siyasi vb.) dünyamızı ifsad eden; bencillik, kibir, hased gibi dürtülerimizi sinsî vesvelerle kamçılayıp şaha kaldıran; dedikodu/gıybet, iftira, yalan-dolan, hile, aldatma, zulüm ve sömürüyü zevkli bir hayat tarzı haline getirmemizdeki temel saik nedir?
 En yakın düşmanımızı; bizi -adeta gölgemiz gibi- adım adım takip eden ve nihayi hedefi bizi ebedî felakete sürüklemek olan düşmanımızı ne kadar tanıyoruz? Onun kimliğini, bize kurmuş olduğu sinsî tuzakları ne kadar biliyoruz?.. 
Bu düşman, insanlık tarihi ile başlamış ve kıyamete kadar tüm insanlığı felakete sürüklemek için izin almış (imtihanımız gereği kendine mühlet verilmiş) şeytandan başkası değildir.
Hak olan, hakka ve hayra yönelik her şey onu kızdırdığı gibi doğrudan onu hedef alan bu yazımız da belli ki onu çok kızdıracak!..Çünkü bu yazımızda, onun gerçek kimliğini, birçok hile ve tuzaklarını ifşa edecek ve ona karşı bir teyakkuz bilinci oluşturmaya çalışacağız.

ÂDEM’İN/ÂDEMOĞLUNUN YARATILMASINDAKİ HİKMET

Cenab-ı Allah, Âdem’i yaratmadan evvel -hikmetine binaen-  meleklerin tepkisini ölçer ve ne kadar doğru yaptığını onlara müdellel olarak gösterir. Bu konudaki ilgili ayetler şöyledir:
“Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.’ demişler. Allah da, ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ demişti.” / “Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin’ dedi.” / “Melekler, ‘Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin’ dediler.” / “Allah, şöyle dedi: ‘Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.’ Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, ‘Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?’ dedi.”(Bakara s.: 30-33).
Âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, ayette söz konusu edilen “halife”den maksat Hz.Âdem’dir. Ancak önemli bir kısım tefsircilere göre bundan maksat insanlık neslidir.(bk. İbn Kesir). Nitekim, bütün insanlara hitabeden: “Sizi dünyada halifeler yap- mış olan O’dur.”(Enam, 6/165), mealindeki ayette de bu insanlık hilafetinden söz edilmektedir.
Halife (kalfa kelimesi de aynı köktendir.), yeryüzünü Allah’ın buyruklarına göre imar edecek, Allah namına tasarrufta bulunacak ve bu görevi nesilden nesile devredecek kimse demektir. Melekler; “hamd, tesbih ve tekbir” görevlerini hakkıyla yerine getiriyorlardı; ancak bu onların arza halife olmaları ve yeryüzündeki canlılarda tasarrufta bulunmaları için yeterli değildi. Mahlukatın tesbihlerini temsil etmek başka, bu varlıklar üzerinde icraatta bulunmak daha başka idi. Bunu melekler yapamazlardı. İnsandan önce yaratılan canlılar içinde de bu görevi yapacak bir varlık yoktu. İşte, Cenâb-ı Hak bu varlığı yaratmayı irade buyurmuş ve  bunu meleklerine de bildirmişti. 
Melekler, Âdem’in yaratılışının hikmetini, Allah’ın onlara açıkça göstermesiyle anlamış ve itiraf etmişlerdi. Âdem’in üstünlüğünü de anlamışlardı. Allah’ın öğrettiği bütün varlıkların isimlerini saymasıyla meleklere üstünlüğünü ispatlamıştı Âdem. Melekler, Âdem kadar bilgiye sahip olamama acziyetini Allah’a itiraf etmişlerdi. Ancak meleklerin Âdem’le imtihanı bitmemişti; sırada daha zorlu bir imtihan vardı...

                      ÂDEMLE İMTİHAN VE
  İBLİS’İN / ŞEYTAN’IN KOVULMASI VE LANETLENMESİ

Kur’anda “apaçık düşman” olarak anlatılan malum varlık, Allah ile ilişkisinin anlatıldığı yerlerde İblis; Âdem’le/insanla ilişkisinin anlatıldığı yerlerde ise şeytan olarak anılır. İblis’in, ilahi imtihanı kaybederek cennetten kovulmasının ve ebediyyen lanetlenmesinin hikayesini Hicr sûresinden okuyalım:
[28: Ey Peygamber! Rabbinin meleklere şöyle dediğini hatırla: “Ben, kuru balçıktan, şekil verilmiş kokuşmuş çamurdan bir insan yaratacağım.” / 29:Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman (akıl, irade gibi özelliklerle donattığımda), siz hemen onun için secdeye kapanın.(Onun üstünlüğünü kabul edin.)” / 30:Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler. / 31:Yalnız İblis hariç. O secde edenlerle beraber olmaktan çekinmişti. (…büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.”/Bakara s.: 34) / 32: Allah buyurdu ki: “Ey İblis! Ne oluyor sana da, secde edenlerle beraber olmuyorsun?” / 33:İblis şöyle dedi: “Kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana secde edemezdim.” (“‘Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın’ dedi.”/Araf s.. 12) / 34:Allah şöyle buyurdu: “Öyle ise oradan çık! Sen, artık kovulmuş birisin.”/ 35: “Kıyamet gününe kadar lanet senin üzerindedir.” / 36: İblis: “Rabbim! Öyle ise insanların kabirlerinden kaldırılacakları güne (kıyamete) kadar bana mühlet ver” dedi. / 37: Allah buyurdu ki: “Sen mühlet verilenlerdensin.” / 38: “Allah katında bilinen vaktin gününe kadar...” / 39: İblis şöyle dedi: “Rabbim! Beni saptırdığın için, mutlaka ben de yeryüzünde onlara günahları süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!” / 40: “Ancak içlerinden ihlaslı kulların müstesnâdır.” / 41: Allah şöyle buyurdu: “İşte bana ulaşan dosdoğru yol budur.” / 42: “Sana uyan azgınlardan başka, kullarımın üzerinde hiçbir nüfuzun yoktur.”]
Yine aynı konuyu hatırlatan başka bir ayette İblis’in özelliği şöyle anlatılır:
 “…İblis ise cinlerdendi (görünmeyen varlıklardan biriydi) de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandırlar. Bu, zalimler için ne kötü bir bedeldir!”(Kehf s.: 50)

Bu ayetlere göre;

  • İnsandan önce yaratılmış olan melekler ve cinler, kendilerin- den üstün bir varlık olan insanın yaratılışına saygı duymak (onun üstünlüğünü kabullenmek hususunda) imtihana tabi tutulmuşlardır. “Bu secde emri, Hz.Âdem’in şahsına mahsus değil, soyu da dahil olmak üzere cinsine ait bir şeref ve ayrıcalıktır.”(Elmalılı)
  • Nurdan yaratılmış, nuranî ve ruhanî varlıklar olan melekler, Allah’ın emrindeki hikmeti anlamışlar ve saygı duymuşlar/secde etmişler; yalın ateşten/alevden (dumanı olmayan halis bir ateş alevinden) yaratılan(Rahman s.: 15) cinlerden olan İblis (cinlerin reisi olsa gerek) ise, -insana karşı daha üstün olduğu zehabına kapılıp hased ve küstahlık etmiş, ilk ırkçılığı yapmış, bu yaratılışın hikmetini anlayamamış ve- saygı duymamış/secde etmemiştir.
  • [İblis’in cinlerden olduğu, ayette beyan edilmektedir. TDV İslam Ansiklopedisi’nde konuyla ilgili (Cin maddesinde) şu bilgileri görüyoruz: “Cin; Sözlükte ‘örtmek, örtünmek, gizli kalmak’ anlamındaki cenn kökünden türeyen bir isim olup tekili olan cinnî ‘örtülü ve gizli şey’ mânasına gelir. Terim olarak ‘duyularla idrak edilemeyen, insanlar gibi şuur ve iradeye sahip bulunan, ilâhî emirlere uymakla yükümlü tutulan ve mümin ile kâfir gruplarından oluşan varlık türü’ anlamına gelir. 

Cin kelimesinin melekleri de kapsayacak şekilde insan türünün karşıtı olan görünmez varlıklar için kullanılan genel bir anlamı da vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de İblîs’in melekler arasında zikredilmesi / el-Bakara 2 / 34 bundan kaynaklanmaktadır. ‘Görünmeyen varlık’ anlamında her melek cindir, fakat her cin melek değildir. Bununla birlikte İslâm âlimleri meleklerin cinlerden ayrı bir tür olduğunu belirterek cin kelimesinin insan ve melek dışındaki üçüncü bir varlık türünün adı olarak kullanılması gerektiğini belirtmişlerdir”(Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “cin” md.).]
Melekler, yaratılışları gereği -ister istemez- ilahi buyruğa boyun eğeceklerdi. Sadece hikmet ortaya çıksın diye ve İblis gibi diğer varlıklara örnek olsun diye soru sormuşlardı. Yoksa onlarınkisi bir direniş, başkaldırış değildi. Onların, kendilerince endi- şelerini belirttikten sonra ilahi hikmeti anlayıp “Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin.”(Bkz. Bakara s.: 30-33) diyerekAllah’a itaat etmeleri, İblis’e doğru karar vermesi/imtihanı kazanması konusunda adeta ilahi bir ipucu/örnek teşkil ediyordu. Ama İblis bu sırrı çözemedi ve kendisinin daha çok ve doğru şeyler bildiğini zannederek (farkında olmadan ilahlık iddiasında bulundu ve) kaybetti.
İblis, rivayete göre âlim birisiydi. Yani çok bilmişti!..Allah’ın onu (cinlerin başı olarak değer verip) muhatap almasından da bu anlaşılıyordu. Ancak Rabbü’l-âlemîn, Alîm, Habîr olan Allah’ın kesin hükmü olan hususlarda -itiraz sadedinde- bilgiçlik taslamanın, felsefe yapmanın ebedi felakete sürüklenmek anlamına geldiğini anlayamamıştı. Anladığında da iş işten geçmişti. Bir kere ilahi ferman hükmünü icra edecekti!.. 
İnsanoğlundan da, (İblis gibi değil) melekler gibi bir tavır beklemektedir Cenab-ı Hak. O’nun buyruklarındaki, yaratılışındaki hikmetleri araştırmak; ama sonunda teslim olmak/hikmete râm olmak. Kulluk sınavını kazanmanın sırrı budur.

  • Allah’ın kesin emrinin olduğu bir durumda akıl yürütmenin, itiraz etmenin, gerçeği örtmenin(kafir olmanın) hasılı haddini bilmemenin; Hakk’a karşı baş kaldırmış olmanın; kör ve kör olduğu kadar da nankör olmanın cezası olarak İblis, kıyamet gününe kadar lanetlenmiş ve rahmetten uzaklaştırılmış / kovulmuştur. Kendisine yapılan iyilik ve ihsanları, ikram ve iltifatları görmezlikten gelmiş ve Hakk’a karşı kör ve sağır olmuştur.

Böylece İblis, hevasını ilah edinenlerin ilki olmuştur. Gördün mü o ilâhını hevâsı(kendi nefsinin arzusu) edineni?..”(Furkan s.: 43).
İblis’le başlayan bu aklını hevası yönünde işletme tehlikesi, “emaneti yüklenmiş/sorumlu” insan için de kıyamete kadar vaki olacaktır.  
“Allah’a karşı serbest kalmak isteyen İblis, insan ile imtihan olmuş bulunduğu gibi, İblis gibi serbest kalmak sevdasına düşecek olan insanlar da İblis ile imtihan kılınmışlardır. Şu halde yaratılışlarıyla İblis’in düşmesine sebep olmuş insanlar, kendi ira- deleriyle onun akıbetine düşmemek için yaratılışlarına bahşedilen bu ezelî nimetin şükür hakkını yerine getirmeli ve İblis’in izine gitmekten son derece sakınmalıdır. Ve bilmelidir ki, şu kıssada İblis’in gösterdiği huylardan hangisi bir kimsede varsa, onda şeytandan bir huy var demektir. Ve onun düzeltilmesine çalışmalıdır.”(Elmalılı)

  • Kovulmayı ve lanetlenmeyi gururuna yediremeyen ve “Rabbim! Beni saptırdığın için” sözüyle açıkça intikam hırsını da ortaya koyan İblis, Allah’tan insanoğlunu -günahları süsleyek- azdırmak  için  kıyamete kadar mühlet istemiştir. Ve bu mühlet, insanoğlunun bir imtihan sırrı olarak kendisine verilmiştir.

[“Bu öfke hitabı karşısında, yaratıkların, varlığının hiçbir şey olmadığını anlayan İblis, derhal yok edilmesinden korkarak, zillet ve hakaretle olsun hayatı ölüme tercih ederek beni onların tekrar diriltilecekleri güne kadar geciktir ve süre tanı, dedi. Yani, Âdem ve soyunun ölümden sonra diriltilmeleri zamanına kadar öldürme de ecelimi geri bırak, diye yalvarıp yakardı…Bundan anlaşılır ki, İblis aslında Yüce Yaratıcı’yı inkâr etmediği gibi, öldükten sonra dirilmeyi de inkâr ediyor değildir. O biliyormuş ki, Âdem’in nesli ve soyu olacak, bir müddet yaşayacaklar, sonra ölecekler ve birgün gelip diriltilecekler. Şu halde İblis’in küfrü, Allah’ı ve ahireti inkâr şeklinde değil, emir ve yükümlülüğü ve amelin gereğini inkâr ile tartışma şeklindedir. Dikkate değer bir husustur ki İblis, bu dirilme gününe kadar za- man isteği içinde birinci nefha(üfürme) devresini atlatıp süresiz olarak ölümden kurtulmayı ve zillet ve hakaret içinde de olsa yok olmadan sonsuzluğa ermeyi arzu etmiş ve fakat bunu açıkça söylemeyip, kurnazlık etmek istemiştir. Çünkü öldükten sonra dirilme sonrasında ölüm yoktur. Şu halde bu derece hayata yönelmek de İblis’in hissi demektir.
Hiçbir yaratığın herhangi bir dilek ve duasını toptan reddetmek, şânından olmayan ve “göğüslerde olanı bilen” yüce Allah, huzurundan kovduğu İblis’in bile ricasını mutlak suretle reddetmeyerek şüphelenme, sen munzarîndensin. Yani eceli tehir edilenlerdensin buyurdu. Fakat gayesine müsaade etmedi; aksine, Hicr ve Sâd sûrelerinde de geleceği üzere bilinen vaktin gününe kadar bir ecelle geciktirdi.”(Elmalılı)]
lİblis, Allah’ın ihlaslı (samimi, halis, lekesiz özel) kullarına bir zarar veremeyeceğinin de farkındadır. Allah da bu gerçeği ona (ve bütün kullarına) hatırlatarak “Sana uyan azgınlardan başka, kullarımın üzerinde hiçbir nüfuzun (etkin, otoriten) yoktur.”buyurmuştur. Elmalılı’nın açıklamasıyla; “(Azgınları saptırman) Senin hakimiyetin ile değil, onların iradelerini kötüye kullanarak sana uymaları, arkana düşmeleri dolayısıyladır. Yoksa ihlâslı kullara hakimiyet kuramadığın gibi, diğerlerine de hakimiyet kuramazsın. Çünkü sonunda Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi inkâra çağırdım; siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin.’(İbrahim, 14/22) diyeceğin açıklanmıştır.”

  • İnsanoğlu yaratılışın gereği (“Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” / Zâriyât s. 56)  bu ilahi imtihanı kazanmak istiyorsa artık Allah’ı bırakıp İblis’i ve neslini (cin ve ins şeytanlarını) dostlar edinmemelidir. Çünkü onlar, kulluk sınavını başarmak isteyenlerin düşmanıdır. Şeytana ve avanesine uyanlar, mutlak hakikate ve kendilerine hem zulmetmiş hem de büyük yazık etmiş olurlar. 

       ŞEYTANIN İLK VESVESESİ VE İLK ALDATMASI

Önce şunu belirtelim ki, Âdem ve eşi, şeytana kanarak “yasak ağaç”tan yemeselerdi bile yeryüzüne gönderileceklerdi. Çünkü Allah’ın muradı buydu. “Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ dedi…”(Bakara s.30) ayeti buna işaret etmektedir. Öte yandan, meleklerden farklı olarak insana nefis ve şehevî duygular verilmiştir. Bu duyguların yansımalarının görülmesi için insanların dünyaya gönderilmesi, onlara bazı sorumlulukların verilmesi ve bir imtihana tabi tutulması gerekliydi. Ta ki, insan bu imtihan ve tecrübe sonunda ya cennete ya da cehenneme layık/ehil bir kıymet alsın.
Öyleyse şeytan yaratılmasaydı, lanetlenip kovulduktan sonra kendisine insanoğlunu saptırmak için mühlet verilmeseydi de; insanın heva ve hevesi, beşeri zaafları ve fıtratında meknuz bulunan kötülüğe meyli oldukça yine günahlara sapabilecek ve ilahi imtihanı kaybedebilecekti…Şeytan, insanoğlunun sapmasında sadece bir katalizör(*) etkisi yapmaktadır.
Melun şeytan, aldatma konusunda ilk denemesini, kıskandığı ve yaratılışına saygı duymadığı ilk insan ve eşi üzerinde yapmış ve de başarılı olmuştur. Böylece lanetlenmesine ve kovulmasına sebep olan Âdem’den intikamını da almış oldu…Şeytandaki -ilk insanın yaratılışıyla ateşlenen- bu intikam hırsı kıyamete kadar artarak devam edecektir. Kur’an, Âdem’le Havva’nın şeytan tarafından kandırılışını bize şu şekilde haber vermektedir:

A’raf s. 19: Ey Âdem! Sen ve eşin cennette(has bahçede) kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.” / 20: “Derken şeytan, o vakte kadar dikkatlerinden uzak tutulan cinselliklerini birbirlerine fark ettirmek için kendilerine (Âdem ve eşine) vesvese verdi ve dedi ki: “Bakın, Rabbiniz size bu ağacı ancak, birer melek olmayasınız, ya da sonsuza dek yaşamayasınız diye yasakladı.” / 21: “Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim, diye de onlara yeminler etti.” / 22: ”Sonunda şeytan onları kandırarak yasak ağaca yaklaşmalarını sağladı. Ağaçtan tattıklarında avret yerlerinin açık olduğunu fark ettiler. Derhal üzerlerini cennetteki/has bahçedeki yapraklarla örtmeye başladılar. Rab’leri onlara, “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi.” / 23: “Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” [“Bakara s. 37: “Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb’ine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır.” / 38: “İnin oradan (cennetten) hepiniz. Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir” dedik.” / 39: “İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.”] 24: “Allah, dedi ki: “Birbirinizin düşmanı olarak (Siz şeytana, şeytan size düşman olarak) inin (oradan). Size yeryüzünde bir zamana kadar yerleşme ve yararlanma vardır.” / 25: “Allah, dedi ki: “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (mahşere ahiret yolculuğuna ) çıkarılacaksınız.”

  • Cenab-ı Allah, -ayetin beyanından anlaşıldığına göre- Hz. Âdem’in tövbesini kabul etmiş, onu affetmiştir. Gerçek bu olunca, Hıristiyanlık öğretilerinin dayanağı olan “asli günah ve çarmıh / teslis(üçleme)” telakkisi hurafe ve batıldır.
  • Âdem aleyhisselam ve İblis kıssasının yer aldığı Bakara, 34-39; A’raf, 11-25 ve Tâhâ, 116-123. ayetlerde şeytanın Âdem ve eşini(Havva) kandırdığı ve yasak ağaçtan yemelerini sağladığı anlatılmaktadır. Bu ayetlerin hiçbirinde yasak ağaçtan ilk defa yiyenin kim olduğundan ve kimin kimi teşvik edip aldattığından bahsedilmemektedir. Aksine, şeytanın her ikisini de aldattığından ve her ikisinin de yasak ağaçtan yediğinden bahsedilmektedir. Havva’nın önce kandırıldığı, onun da eşi Adem’i kandırdığı inancı muharref Tevrat/İsrailiyat kaynaklıdır.

[3: Ama Tanrı, ‘Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz’ dedi.”/ 4: (Kurnaz)Yılan, “Kesinlikle ölmezsiniz” dedi. / 6: Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi. / (Tanrı, Havva ve Adem’i -yasak meyveden yedikleri için- şöyle cezalandırıyor:)16: Rab Tanrı kadına, “Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim” dedi, “Ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, Seni o yönetecek.” / 17: Rab Tanrı Âdem’e, “Karının sözünü dinlediğin ve sana, Meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için Toprak senin yüzünden lanetlendi” dedi, “Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın. / Kitab-ı Mukaddes/Tevrat: Tekvin, Bölüm 3.]
[Bir başka İsrailiyat kaynaklı inanç da; Havva’nın, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmasıdır. Muharref Tevrat’ta konu şöyle anlatılır:
21: Rab Tanrı Adem'e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, Rab Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. / 22: Adem'den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem'e getirdi. / 23: Adem, "İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, etimden alınmış ettir" dedi, "Ona 'Kadın' denilecek, Çünkü o adamdan alındı." / 24: Bu nedenle adam anasını babasını bırakıp karısına bağlanacak ve ikisi tek beden olacak.”/ K.Mukaddes /Tevrat: Tekvin, Bölüm 2.
Halbuki Kur’an’da kaburga kemiğine dair hiç bir delil yoktur. İlgili ayetlerin doğru anlamı şudur: “Ey insanlar! Sizi bir tek özden(nefs-i vahide) yaratan, aynı özden eşini(zi) de yaratan ve böylelikle sayısız erkek ve kadın meydana getiren rabbinize itaatsizlikten sakının.”(Nisa s.1). / “O sizi bir tek özden yarattı.Nefsin huzur bulup mutlu olması (ve aynı zamanda insan neslinin çoğalması) için aynı özden eşlerinizi de yarattı.”(A’raf s. 189).]

  • [Şeytan cennetten kovulup çıkarılmış olduğu halde cennetteki Âdem ve Havva’ya nasıl vesvese verebilmiştir?..“Bir takım tefsirciler demişlerdir ki: ‘Âdem ve Havva, bazan cennetin kapısına yakın gelirler, İblis de dışardan gözetir, yaklaşırdı; vesvese bu şekilde meydana geldi.’”(Elmalılı)]

Başka bir görüşe göre ise; Hz Adem, ahirete/gayba ait bir cennette değil (Çünkü cennet ve cehennem henüz yaratılmamıştır; mahşer günü yaratılacaktır.) yeryüzünde hazırlanan cennet gibi bir yerde yaratılmış ve yasak meyveyi yiyince yeryüzünün daha alçak yerlerine sürülmüştür. İbni Abbas, Ebu Hanife, Maturidi de bu görüştedir. (Kayyım, Hâdi'l-Ervah, s. 25; Maturidi, T. Ehli Sünne, I/425; Razi, M. Gayb, III/4) Ahiret cennetinde emir, sorumluluk, yasak yoktur. O cennete giren çıkmaz (ebedidir). Orada günah olmaz, şeytan da oraya giremez. Bakara 36. ayette, “cennetten inin” aye- tinde geçen kelime "H-b-ta" fiilinden türeyen, "ihbitû" fiilidir ki Ragıb bu kelimeyi , "İnin, gözden düşün"(Râgıb, 781) şeklinde anlamıştır.

  • [Hz.Âdem’e ve Hz.Havva’ya, yasak meyveden koparılması neden yasaklanmıştı?

a. İmtihana tabi tutulmak üzere yaratılan bir varlığın ilk sorusu, herhalde yasaklar olmalıdır. Çünkü, hayat boyu sürekli karşısına çıkacak çirkin arzulara karşı firen vazifesi görmesi gereken insan iradesinin bilenmesi için, onun bir yasağa karşı direnç göstermesi gerekir. / b. İlahî hikmet, Hz.Âdem ile Hz.Havva’nın iradelerini test etmek için bir yasak koymakla, onların o yasak meyveye dikkatlerini çekmiş ve ona yoğunlaşmalarını sağlamıştır. Sonuç, insanların imtihan yeri olan dünyaya yerleş- tirilmeleridir. / c. İlahî hikmet, insanların yeryüzü halifesi olmak için, kendisinde var edilen çekirdek halindeki insanlık kâbiliyet ve istidatlarının yasak meyve ile ortaya çıkmasını murat etmiş, fakat ilahî adalet de cennet gibi bir yerden meşakkat diyarı olan dünyaya yerleşmesi için gereken vizenin alınmasına bizzat kendilerinin özgür iradeleriyle vesile olmasını dilemiştir.

  • Bu yasak, cennetin tenasül(üreme) yeri olmadığına, bu yasak meyvenin içinde ise, başta cinsel dürtüler olmak üzere insanî duyguların ortaya çıkmasına yardımcı olan sırları barındırdığına, insanlık ailesinin devam etmesi için uygun bir zemin olan dünyaya  yerleşmenin gereğine bir işaret sayılabilir.
  • Hz.Âdem ile Hz.Havva, daha önce bir melek gibi, herhangi kötü bir şeyi içlerinde hissetmeyecek saflıktaydılar. Ağacın meyvesinden yedikten sonra, insanlık ailesinin devam etmesi için gereken duygusallık hali meydana gelmiş ve böylece onlar da birbirine karşı farklı bakmaya başlamışlardır. Bu farklı bakış, beraberinde haya duygusunu da bir manevî örtü olarak ortaya çıkarmıştır. Nitekim, her insan çocuk iken, saf bir fıtratta, karşı cinsin durumunu fark etmeyecek bir durumdadır. Biraz büyüyünce yavaş yavaş hem kendi öz benliğini hem de karşı cinsin cazibesini fark etmeye başlar. Bu fıtrî duygunun aşırılığa kaçmasını, gayrı meşru taşkınlıklara bulaşmasını önlemek için, hem maddî örtü hem de manevî takva -haya örtüsü- var edilmiştir. Nitekim, söz konusu ağaçtan yeme olayını açıklayan Kur’an, Araf Suresi’nin 26. ayetinde şu ifadelere yer vermiştir: “Ey Âdem’in evlatları! Bakın, size edep yerlerinizi örteceğiniz giysi, süsleneceğiniz elbise indirdik. Fakat unutmayınız ki, en güzel elbise takva elbisesidir.”(http://m.sorularlaislamiyet.com/ index. php? oku=178936)]

lSeyyid Kutup, bu konuda şu yorumu yapıyor: “Bu ağaç, yeryüzünde insan için zaruri olan yasaklardan bir nümune(simge) de olabilir. Zira yasaksız irade yeşermez. İradeli insanla iradesiz  hayvan arasındaki fark bilinemez. İnsanın Allah’la yaptığı ahde vefa edip etmediği, şartlara bağlanıp bağlanmadığı tecrübe edilemez. İrade yolların ayrılış noktasıdır. İradesiz olarak yaşayanlar, insan şeklinde görünseler de hayvanlar alemine dahildirler…Bana göre bu tecrübe, yeryüzünde halife olacak şahsı yetiştirmek için yapılmıştır. Varlığında gizlenmiş olan kuvvetleri uyarmak, onu sapıklıkla savaşa hazırlamak, acıları tattırmak, pişmanlığı yudumlatmak, düşmanını tanıtmak; bütün bunlardan sonra da emin olan sığınağa iltica ettirmek için yapılmıştı…”(Fîzilâli’l, c.1, s.118-119)
Âdem ve eşinin “şecere-i huld(ebedilik ağacı)”ndan yemeleri ve akabinde cinselliklerini fark ederek örtünmeye çalışmaları bir açıdan şöyle yorumlanabilir:

  • “Mükemmel yaratılmamış olan insanoğlunun mükemmelleşme arzusu, şeytanın kullanacağı bir tuzaktır. Bu tuzağa düşen İblisleşir ve cennetten olur. Âdem gibi kusurunu bilense itiraf eder ve cenneti bulur. / (22. ayet), sorumluluğunu unutan insanın cinsel dürtülerinin emrine gireceğinin simgesel bir dille anlatımı(dır). Mücahid’e göre bu kıssada anlatılan dil semboliktir. Âdem ve eşinin elbiselerinden murat, insani sorumluluk ve saygınlığın ifadesi olan ve 26.ayette dile getirilen ‘takva elbisesi’dir(Taberi). Bu kıssayı Âdemoğlu’nun kıssası olarak alırsak, bu mecazın her insanın büluğ çağını temsil ettiği sonucuna varabiliriz.”(M. İslamoğlu) 
  • “Görüldüğü gibi, âyetteki ifadeler tam anlamıyla hayatın gerçeklerini yansıtmaktadır. Âdem ve eşinin, nimetlerin tadına varınca onların esiri olmaları ve tutkuyla bağlandıkları bu nimetlerden ayrılmamak için onlara sımsıkı sarılmaları, bugün de karşılaşılabilecek manzaralardır. İğreti dünya hayatının süslerinden bir tanesini bile dışarıda bırakmadan hepsine sahip olan veya olmak isteyen, faydalandığı süsleri âdeta üzerine yapıştırıp tam anlamıyla bir süs istifçisi hâline gelen insanlar hiç de az değildir. O hâlde, Rabbimizin sözleri kesinlikle bir masal gibi algılanmamalı ve bilinmelidir ki, ‘kendisine ilham edilmiş fücurun, İblis’in etkisiyle dışa vurması’ şeklinde ortaya çıkan çirkin insan davranışları, Âdem ve eşine kadar dayanmaktadır.”(http://dersvekuran.blogcu.com/kuranda-yasak-agac-mal-hirsi/9903335).

Müteşâbihât içeren mezkur ayetlerin aşırı imgesel/simgesel diyebileceğimiz çağdaş bir yorumu da şöyledir:

  • [“Âdem” biz insanları, “şeytan” içimizdeki Allah’tan uzaklaştırıcı kötülük dürtülerini, “ateş” hırs, şehvet, haset gibi dürtüleri, “iblis” Allah’a güvenemeyen yanımızı, “mülk-i la yeblâ” (yıkılma- yacak servet ve iktidar)  sahip olma hırsımızı, “şecere-huld” (sonsuzluk ağacı) bunun için son sınırına kadar (bilgiyi, serveti ve iktidarı) toplamayı, biriktirmeyi ifade eder.

Çünkü Allah’a (doğaya, rızka, topluma, kamuya, cemaate) güvenmeyen yanımız (iblis), bunlardan ümidini kesmekte ve böylece bizi bunlardan uzaklaştırmaktadır. Bundan dolayı da içimizdeki güvensizliği ve tatminsizliği gidermek için son sınırına kadar her şeyi (servet, siyaset, şehvet, şöhret) kendimizde toplamak ve böylece yıkılmayacak bir mülke kavuşmak istemekteyiz.
“Şecere” toplama, “huld” da bir şeyi son sınırına kadar götürmek demektir. Ağaç, yaprakları, dalları ve meyveleri kendinde topladığı  için Arap ona “şecere” demiş. Soy şeceresi (soy ağacı) da tüm geçmiş soyumuzu topladığı için “soy ağacı” olmuş…
Bu durumda “Ağaca yaklaşmayın” toplamaya, biriktirmeye yaklaşmayın, Allah’a güvenin, O’ndan ümidinizi kesmeyin, O’ndan uzaklaşmayın yani İblis ve Şeytan olmayın demektir. Demek ki yasak ağaç mülk/mülkiyet olmaktadır. (http://www.ihsaneliacik.com/2012/01/kurana-bir-de-bu-gozle-bakin-imgeler-simgeler-semboller.html)]
 
BEZM-İ ELEST YA DA KÂLÛ BELÂ’DA VERİLEN SÖZ

 Meseleyi ortaya koyan ayetlerin mealleri şu şekildedir:
“Rabbinin Âdem evlatlarından, misak(sözleşme, yemin) aldığını da düşünün! Rabbin onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onların kendileri hakkında şahitliklerini isteyerek ‘elestü biRabbiküm?: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ buyurunca onlar da ‘(gâlû) belâ şehidnâ: Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)!’ demişlerdi. Kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu!’  yahut; ‘Ne yapalım, daha önce babalarımız Allah’a şirk koştular, biz de onlardan sonra gelen bir nesil idik, şimdi o bâtılı başlatanların yaptıkları sebebiyle bizi imha mı edeceksin?’ gibi bahaneler ileri sürmeyesiniz diye Allah bu ikrarı(kabul, tasdik) aldı.”(A’raf s. 172-173)
[Bezm-i Elest, Allah’la yaratılışları sırasında insanlar arasında yapıldığı kabul edilen sözleşme için kullanılan bir tabir. Farsça’da “sohbet meclisi” anlamına gelen bezm kelimesiyle Arapça’da “ben değil miyim” mânasında çekimli bir fiil olan elestü’den oluşan bezm-i elest terkibi, “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” hitabının yapıldığı ve ruhların da “evet” diye cevap verdikleri meclis anlamını ifade eder. Bu tabirdeki “elest” kelimesi A‘râf sûresinin 172. âyetinden alınmıştır.
Bezm-i elestte yapılan sözleşmenin zamanı, yeri ve keyfiyeti konusundaki görüşleri iki grupta toplamak mümkündür:
1. Allah’ın insanlardan aldığı ahid, insan türünün fiilen dünyaya gelişinden önce gerçekleşmiş, bütün insanların zürriyeti Âdem’in sırtından zerreler halinde çıkartılmış, onlara ruh ve akıl verilerek ilâhî hitapta bulunulmuş, onlar da buna sözlü olarak cevap vermişlerdir. Bu tür haberlerin mecaz ve temsil yoluyla açıklanması uygun değildir, söz konusu olayın gerçekten vuku bulduğuna inanmak gereklidir. Selefiyye, Sünnî kelâmcıların ekserisi, sûfî âlimler ve Şîa bilginlerinin çoğunluğu bu görüşü benimser. Bu âlimler sözü edilen ahdin gerçekleştiği yer konusunda kesin görüş belirtmekten çekinmişlerdir. Çünkü bazı rivayetlerde bunun Hz.Âdem’in yeryüzüne indirilmesinden önce gökte vuku bulduğu, bazılarında Mekke yakınlarındaki Na‘man’da, diğer bazı rivayetlerde ise Hindistan’ın Dehnâ adlı bir bölgesinde gerçekleştiği bildirilmektedir (İbn Ebû Âsım, I, 87, 89; Taberî, Tefsîr, XIII, 226, 242; a.mlf., Târîh, I, 133-136).
2. İnsanların bedenleriyle birlikte dünyaya gelmelerinden önce zerreler halindeki zürriyetlerinden (ruhlarından) topluca alınmış bir ahid yoktur. Naslarda sözü edilen sözleşme mecazî anlamda olup bedenlerin yaratılmasıyla gerçekleşmiştir. Bu temel görüşü benimseyenlerin bazılarına göre mîsâk zürriyetlerin baba sulbünde yaratılışı sırasında, bazılarına göre anne rahmine yerleşip organik teşekkülünü tamamlaması esnasında vuku bulmuştur (Elmalılı, III, 2328-2331).
Sözleşmenin dünyadaki yaratılışla tahakkuk ettiğini kabul edenlerin çoğunluğuna göre ise bu olay her insanın baba sulbünden anne rahmine intikal etmesiyle başlar, burada oluşum devresini tamamlayıp dünyaya gelmesinden sonra bulûğ çağına girinceye kadar sürer. Çünkü insanın kendisini ve çevresini tanıması, bilgi sahibi olması bu devreye ulaşmasıyla mümkündür. Böylece âkıl-bâliğ olan her insan yaratılmış olduğunu ve yaratıcısına itaat etmesi gerektiğini hem kendisi hem de diğer nesne ve olaylar hakkında tefekkür ve muhakemelerde bulunarak kabul eder. Şüphe yok ki Allah zihnî ve kalbî fonksiyonu insanların psikolojik muhtevasına fıtrî bir özellik olarak yerleştirmiş, iç ve dış âlemde kendi varlığına ve birliğine kılavuzluk edecek birçok delil yaratmış, insanları kendi ulûhiyyetini kavramalarına yetecek ölçüde bilgi kapasitesiyle donatmış, böylelikle sanki onlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim” diye sormuş, onlar da “evet” diyerek bunu tasdik etmişlerdir. İşte insanın Allah’ın varlığını ve birliğini kavrayabilecek bir nitelikte yaratılmış olması sözlü olmayan, fakat fıtrî denebilecek bir ahid ve mîsâk niteliğindedir. Esasen mecaz ve temsile dayanan bu tür ifadeler Arap dilinde sıkça kullanılır; ayrıca, Allah göğe ve yere, isteyerek veya istemeyerek geliniz, dedi; onlar da, isteyerek geldik, dediler”(Fussılet 41/11) meâlindeki âyette olduğu gibi bunların örnekleri Kur’ân-ı Kerîm’de de mevcuttur. Kaynaklarda Mu‘tezile’ye nisbet edilen bu görüş Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin yanı sıra bazı Eş‘arî ve Şiî âlimlerce de benimsenmiştir. Fahreddin er-Râzî de tutarsız ve tenkit edilebilecek bir noktası bulunmadığını belirtmek suretiyle bu görüşe temayül göstermiştir(Tefsîr, XV, 47).
Yukarıdaki iki görüşten ilkini insan türüne ait umumi bir sözleşme, ikincisini de her ferdin bizzat yaptığı sözleşme olarak değerlendirenler de vardır(Elmalılı, III, 2329).
Allah’ın insanlardan ahid ve mîsâk almasını, kendi varlığı ve birliğinin idrakini insanın psikolojik muhtevasına yerleştirmesi ve bunun sonucu olarak onun akıl yürütmeye ihtiyaç duymaksızın bu gerçeğe vâkıf olması şeklinde anlayanlar da vardır. Başta İbn Teymiyye olmak üzere Selefiyye’nin müteahhir dönem âlimleri bu görüştedirler. Onlara göre Hz. Peygamber’in her doğan çocuğun “fıtrat üzere” yaratıldığını haber vermesi bunu teyit etmektedir. Sahih olmayan rivayetlere dayanarak bedenlerin yaratılmasından önce insanların ruhlarının Âdem’in sırtından çıkartılmış ve onlarla Allah arasında karşılıklı bir konuşma cereyan etmiş olduğunu iddia etmek doğru değildir.
Bezm-i elest ile ilgili olarak ileri sürülen iki ana görüşün ikincisini benimseyenler, söz konusu anlaşmanın bedenlerin yaratılmasından önce Allah ile insan zürriyetleri(ruhları) arasında karşılıklı bir konuşma şeklinde gerçekleşmediği hususunda ittifak etmiş bulunmaktadırlar. Onlara göre ilgili âyette zürriyetlerin Âdem’den değil de Âdem oğullarının sırtlarından çıkartıldığının bildirilmesi, kendilerinden nefisleri de şahit tutularak söz alındığının haber verilmesine rağmen böyle bir mîsâkın insanlarca hatırlanmaması, bu tür bir anlaşmanın fizik açıdan imkânsız olması, ayrıca mantıklı bir açıklamadan yoksun bulunması ve nihayet bu konuda ileri sürülen hadislerin sahih olmaması, bezm-i elestin Allah’la insan zürriyetleri arasında geçen karşılıklı konuşma anlamına gelmediğini gösteren delillerin başlıcalarıdır. Birinci görüşü savunanlara göre ise zürriyetlerin beyaz ve siyah zerreler halinde yaratılışına ilişkin hadisler zayıf görülse bile Kur’ân-ı Kerîm’de Âdem oğullarının sırtlarından çıkartılan zürriyetlere, Ben sizin rabbiniz değil miyim” diye hitap edildikten sonra onların tekitli bir ifade ile “evet” diyerek cevap verdiklerinin açıkça belirtilmesi, insanların hitaba kabil olabilmeleri için belli bir bünyeye değil şuura sahip olmalarının gerekli bulunması, zürriyetlerin Âdem’in veya Âdem oğullarının sırtlarından çıkartılması insan gücüne ve bilgisine nisbetle imkânsız ve mantıksız görünmekle birlikte Allah’ın engin kudretine ve ilmine nisbetle mümkün ve mâkul olması, bezm-i elestin Allah’la insan zürriyetleri arasında karşılıklı bir konuşma şeklinde gerçekleştiğini gösteren delillerdir.
Öyle görünüyor ki Mu‘tezile tarafından ileri sürülen ve daha sonra bazı Sünnî ve Şiî âlimlerce de benimsenen ikinci görüşü savunanlar, naslarda ayrıntılı bir şekilde açıklığa kavuşturulmayan bezm-i elest hadisesini Sünnî çoğunluğun kabul ettiği şekliyle aklen izah etme imkânını bulamadıkları için reddetmişler ve ilgili nasları te’vil etme ihtiyacını duymuşlardır. Nasların haber verdiği bir olayın tecrübe dünyasının kanunlarını aşmış bulunması o nasların mutlaka te’vil edilmesini gerektirmez, görüşünden hareketle Sünnî çoğunluğun açıklamasını doğru kabul etmek mümkünse de bezm-i elestin mahiyetinin bilinemeyeceğine inanmak daha isabetli görünmektedir.
Konu ile ilgili olarak ileri sürülen iki görüşe ait delil ve itirazların incelenmesinden anlaşılacağına göre Sünnî çoğunluğa muhalif görüşün en önemli dayanağı, insanların söz konusu hadiseyi hatırlamaması ve birçok kişinin Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmemesidir. Halbuki kişiye irade hürriyetinin tanınması ve dünyanın bir imtihan sahnesi oluşu dikkate alınınca bu olayın insanlara unutturulmuş olması tabii karşılanabilir. Nitekim bir hadiste, Hz.Âdem’in kendisine yapılan uyarıya rağmen ilâhî buyruğu tutmadığı gibi zürriyetinin de dünyaya gelmeden önce (hilkatin başlangıcında) yaratıcının varlığı ve birliğini ikrar ettiği halde dünyaya geldikten sonra inkâra ve şirke saptığı, bütün bunların Hz. Âdem’e ve zürriyetine yapılan ilâhî hitabın unutturulması sonucunun ortaya çıktığı belirtilmiştir (Tirmizî, “Tefsîr”, 8).
Elmalılı M.uhammed Hamdi Yazır’ın da belirttiği gibi(Hak Dini, III, 2326-2327) bezm-i elestteki sözleşmenin keyfiyeti bilinmese bile bunun
en azından bir “kelâm-ı nefsî” ile vuku bulduğunu kabul etmek gerekir. / (İslam Ansiklopedisi / Yusuf Şevki Yavuz)]
İlgili ayetlerin  müteşabih hüviyetlerinden dolayı farklı yorum zenginliği ortaya çıksa da, esasen fıtrî temayülü ya da müşahadesi icabı Âdemoğulları -Cenabı Hâlık’a verdiği söz sebebiyle- imtihana tabi tutulmaktadır. Bu imtihan sürecinde en büyük tuzak, insanoğlunun benliğindeki şer dürtüler ve bu dürtüleri ustaca efsunlayan şeytanî vesveselerdir.

ŞEYTANIN TUZAKLARI VE KURTULUŞ YOLLARI

Şeytanın bazı hile ve tuzaklarını, ayetlerin açık beyanlarıyla anlamaya çalışalım:

  • “... sakın dünyâ hayâtı sizi aldatmasın, o aldatıcı, sizi Allâh (ın affına güvendirmek sûreti) ile aldatmasın.”(Fâtır s. 5).
  • “Her kim Rahman’ın zikrinden yüz çevirirse biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun yakın dostudur. Şüphesiz ki bu şeytanlar onları yoldan çıkarırlar. Ama onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. Nihayet kıyamet günü huzurumuza gelince, (o) arkadaşına: “Keşke seninle benim aramda doğu ile batı kadar bir uzaklık olsaydı. Sen ne kötü arkadaşmışsın!” der. Onlara; ‘Bugün pişmanlık duymanız size hiçbir fayda sağlamayacaktır. Çünkü siz zulmettiniz. Şimdi de hepiniz azapta ortaksınız.’ denir.”(Zuhruf  s. 36-39).
  • “İblis, “Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım” dedi.”(Hicr s.: 39-40).
  • “...Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar.(Neml s. 24).
  • “Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytânlarını düşman yaptık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi onu yapamazlardı. Artık onları, uydurdukları şeylerle(iftiralarıyla) baş başa bırak.” / “Ki âhirete inanmayanların kalbleri o(nların yaldızlı sözleri)ne kansın, ondan hoşlansınlar ve onlar, işledikleri suçları işlemeğe devam etsinler.”(En’am s.  112-113).
  • “Hani şeytan onlara(Mekke müşriklerine Bedir Savaşı öncesi) yaptıkları işi güzel gösterip şöyle demişti:”Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur. Ben de yanınızdayım!”Fakat iki ordu birbirini görecek hale gelip karşılaşınca gerisin geri dönüverdi ve; “Ben, dedi, sizden uzağım, ben sizin göremediğiniz şeyleri(melekleri) görüyorum, ben Allah’tan korkarım. Öyle ya, Allah’ın azabı çok şiddetlidir.”(Enfal Suresi, 48).
  • “Onların (münafıkların) durumu ise tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana, “İnkâr et” der; insan inkâr edince de, “Şüphesiz ben senden uzağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” der.”(Haşir s. 16).
  • “Şeytan sizi (hayırda harcamakla) muhtaç olacaksınız diye fakirlikle korkutur; sizi cimriliğe ve çirkin şeylere teşvik eder. Allah ise kendi katından bir af ve lütuf vaad buyurur. Allah’ın ihsanı geniştir, her şeyi hakkıyla bilir.”(Bakara s. 268)
  • “Şüphe yok ki, saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.”(İsra s.: 27).
  • Ve onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntularla oyalayacağım…Yine onlara emredeceğim de Allah’ın yaratışını değiştirecekler...(Nisa s.  119).
  • “Onlara; ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denildiği zaman; ‘Hayır, biz atalarımızı neyin üzerinde bulduksa onun ardınca gideriz.’ diyorlar. Ya şeytan onları kızgın alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse de mi?”(Lokman s. 21).
  • “Mümin kullarıma söyle, en güzel olan sözü söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesat sokar. Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir düşmandır.”(İsra  s. 53).
  • “Ey inananlar, şarap/içki, kumar, dikili taşlar, şans okları şeytân işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. “/ “Şeytân, şarap/içki ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allâh’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan) vazgeçecek misiniz?”(Maide s. 90-91).
  • “Şeytan onları hâkimiyeti altına alıp kendilerine Allah’ı anmayı unutturmuştur.”(Mücadile s. 19).
  • “(Şeytan şöyle dedi:) Öyleyse, beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onlar için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım ve sen onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.(A’raf  s. 16-17).
  • “İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.”(Fussilet s. 34). “Kötülüğü, en güzel olan şeyle uzaklaştır. Biz onların yakıştırmakta oldukları şeyleri daha iyi biliriz.” /”Ve de ki: ‘Rabbim, şeytânların dürtüklemelerinden sana sığınırım.’” (Müminûn s. 96-97).    
  • “Ey insanlar! Şüphesiz Allah’ın vaadi gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Sakın çok aldatıcı (şeytan), Allah hakkında sizi aldatmasın.” / “Şüphesiz şeytan sizin için bir düşmandır. Öyle ise (siz de) onu düşman tanıyın. O, kendi taraftarlarını ancak alevli ateşe girecek kimselerden olmaya çağırır.(Fâtır s. 5-6). 
  • “O şeytan sizi ancak kendi dostlarından korkutuyor. Onlardan korkmayın, eğer mü’min iseniz, benden korkun.”(Âl-i İmran s. 175).
  • Şeytan, dünya hayatının geçici menfaatlarıyla aldatır ve ahireti unutturur: “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme, çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. (Nihayet hepsi yok olur gider). Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp olur. Ahirette ise (dünyadaki amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allah’ın mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey değildir.”(Hadid s.: 20) / “Allah, rızkı dilediğine bol verir, (dilediğine de) kısar. Onlar ise dünya hayatı ile sevinmektedirler. Hâlbuki dünya hayatı, ahiretin yanında çok az bir yararlanmadan ibarettir.”(Ra’d s. 26)
  • Şeytan,ateist olmadığı halde, bazı ateist güruhlar ona tapmayı inanç ve yaşam tarzı edinmişlerdir. Daha çok Batı kaynaklı olan satanizm(şeytana tapıcılık), esasen Yahudi-Hıristiyan baskı ve dayatmalarına bir başkaldırıdır.(Bk. The New Encyclopedia Britannica, satanizm mad.) Muharref dinlerin fıtratı dejenere eden öğretileriyle tatmin olamayan kişiler,bu dinlerin tanrısına -şeytanı örnek ve önder edinerek- isyan etmişlerdir. Kilise tanrısına nefret o kadar büyüktür ki, bazı satanist ayinlerde haç üzerine def-i hacet yapıldığı gözlenmiştir...Satanizm bataklığında çırpınanlar, fıtrat dini İslam’ın/Kur’an’ın esma ve sıfatlarıyla anlattığı gerçek Tanrı’yı(Allah’ı) bulabilselerdi,içine yuvarlandıkları helak çukurundan kurtulup huzura ereceklerdi.Onun için Rabbimiz tâ baştan uyarıyor ve davette bulunuyor: “Ey Âdemoğulları! Ben, size, ‘Şeytana kulluk etmeyin; çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte bu dosdoğru yoldur.’ diye emretmedim mi?”(Yâsîn s.60, 61)


VESVÂSÜ’L-HANNÂSIN ŞERRİNDEN KURTULMAK İÇİN

Bazı ayetleri izah ederken de kısmen işaret ettiğimiz hususlara özetle şunları ekleyebiliriz:
Allah’a sığınmak, O’na dayanıp güvenmekten başka çaremiz yoktur. Sürekli teyakkuz halinde bulunmalı; irademizi ibadet, dua ve zikr-i kesirle sağlamlaştırmalıyız. İşlediğimiz günahlardan dolayı Rabbimize tövbe-i nasuh ve istiğfarda bulunmalıyız. Nefsimizi hayırlı işlerle meşgul etmeli, boş işlerden kaçınmalıyız. Çok kısa olan ömür sermayemizi en verimli şekilde kullanmalıyız. Hâssaten gizli şirk tuzağına karşı manen teyakkuzda bulunmalıyız. Bu meyanda hevamızı ilah edinmemeli ya da hevasını ilah edinenleri Rab edinmemeliyiz.
Şeytanın benliğimize giriş yolu kalp olduğuna göre, kalbin güçlenerek heva ve hevesi üzerinden atması şeytanın yolunu kapatacaktır.

  • “Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”(Fussilet s.: 36).
  • “De ki: Rabbim, şeytanların kışkırtmasından sana sığınırım. Rabbim, onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.”(Mü’minûn s.97-98).
  • “De ki: “Cinlerden ve insanlardan; insanların kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanların Rabbine, insanların Melik’ine, insanların İlâh’ına sığınırım.”(Nâs s. 1-6).

 

***
“İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tâğût yolunda savaşırlar. O hâlde, siz şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.”(Nisa s.: 76).
İhlas sahibi kullar dışındakiler(Hicr s.: 39-40) -maalesef- şeytanın bu zayıf hilesine/tuzağına takılıp helak olurlar. Eğer ihlas ve takva sahibiysek, onu gözümüzde büyülterek daha çok şımartıp cesaretlendirmemeliyiz. Bilmeliyiz ki; “Şeytanın hâkimiyeti, sadece onu dost edinenler ve Allah'a ortak(şirk) koşanlar üzerindedir.”(Nahl s. 100)  
Rahman ve Rahim olan Rabbimiz, cümlemizi nefsimizin ve her türlü şeytanın şerrinden muhafaza buyursun. İlmimizi, makamımızı ve sahip olduğumuz şeyleri bir kibir sebebi görerek şeytanlaşmaktan bizleri korusun ve ebedi saadetten mahrum eylemesin. Cümlemize gerçek kulluk şuuru ihsan eylesin.

(*): Kimyasal tepkimeyi hızlandıran fakat kendisi değişmeden kalan madde.

Bazı Kaynaklar:- Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır(Elmalılı).
- TDV İslam Ansiklopedisi, 6.cild, s. 106-108
- Fîzilâli’l-Kur’an, Prof. Seyyid Kutup, Hikmet Yayınevi, İst. 1972.
- http://www.zehirliok.net; http://www.sorularlaislamiyet.com
- http://dersvekuran.blogcu.com; http://www.ihsaneliacik.com
Ayet meallerinin alındığı kaynaklar: 1-DİB Kur’an-ı Kerim Meali
2-Hayat Kitabı Kur’an / Gerekçeli Meal-Tefsir (Mustafa İslamoğlu)
3- Kur’an-ı Kerim Meali / Anlam ve Yorum Merkezli Çeviri (Prof. Mustafa Öztürk) 4-Ku’an-ı Kerim ve Yüce Meali (Prof. S. Ateş)

 

 

 
alt_banner